19 Ağustos 2013
İlk çıkan haberimin coşkusunu adam akıllı yaşayamadan gündem toplantısı hemen gelmişti. Konu bulmak için gece uykusuz kaldım ama yine de bulamadım. Konu bulmak ne biçim de zor!
Zırvalıklarla doldurmak zorunda kaldım sayfayı. Sabah toplantı masasında yine kendime yer bulamamıştım. Zaten ayakta kalmamın daha iyi olacağına inandırmaya başlamıştım kendimi. Çaylar geldi konuşmalar başladı. Aklım birden uçup gitti. Çünkü gözümü Nur Çintay'ın telefon kılıfından alamıyordum. Telefonunda kocaman mavi bir burun vardı. Kullanışlı olup olmadığını düşünürken Şengül Hn."Ece kimdi?" dedi ben muz kabuğuna basmış gibi ayıldım. Kendimi hatırlattıktan sonra kırmızı yanaklarım eşliğinde konularımı sundum. Bir kısmına yap dedi ve yine kara kara nasıl yapacağımı düşündüm.
Toplantıdan çıktıktan sonra bisikletle ilgili bir dosya konusu için Haşim İşcan Geçidi'ne gidecek adam aranıyordu. Fisun'a kaçamak gözle baktım ama anında yakalandım. Yanıma bir fotoğrafçı ayarlayacağını bugün gelmeme gerek olmadığını ama yarına yazının hazır olması gerektiğini anlattı. Ne olur ne olmaz diye de birkaç soru örneği yazdığı kağıdı da elime tutuşturdu. Dışarıya çıkıp gözlemlerimi ve duyduklarımı yazacağım bir haber olacaktı. Bu sefer istediği bilgiyi alamama korkusu başladı. Kendi blogum için insanlarla çatır çatır konuşuyordum ama bir kurum adına konuşmak öyle basit miydi?
Yanıma Deniz geldi. İleride çok seveceğimi bilmiyordum. Sürekli sorular soruyordu. Bense bir an eve gidip duş altında isyan etmek. Soruları ezberledikten sonra bir gazeteci havası takınmaya çalıştım. Çok acemiydim ve belli etmek istemiyordum. Tabii en bombasıysa ses kayıt cihazı almadan gitmiş olmamdı. Evin anahtarını yolda düşürsem bu kadar koymayacaktı. Ya Deniz "Vay salak" derse? Demedi. Destek çıktı.
Bisiklet satan abilerin yanına gittim bir soru eksik sorsam Deniz adamların fotoğrafını çektikten sonra hemen aklına gelenleri soruyordu. Not alırken unutmamam için tekrarlıyordu. O an Deniz'i dünyanın en iyi kadını olarak ilan etmek istedim. Tüm notlarım tamamdı. Eve gitmeden önce kafa dağıtmak için gezdim. Çimenlerde mısır yedim. Keyif yaparken haber aklımdan tamamen çıkmıştı. Eve gittim ama gözlerim isyan etti ve ben de bastıramadım.
Kimse gelmeden önce gazeteye gittim sabah. Benden istedikleri bir karışlık yazıydı ben bir sayfaya yakın yazmıştım. Nereyi silsem bir bilgi eksik gibi geliyordu. Böyle havalı anlattığıma bakmayın teslim etmem yine öğle saatlerini buldu. Fisun teşekkür etti ve dikkat etmem gereken noktaları söyledi. O çok önemli şeyler söylüyordu ama ben üzerindeki siyah tulumun üzerindeki çengelli iğneye bakmadan edemiyordum. Gazetede dekolte yasak mıydı? Ailesiyle oturuyordu da annesi mi zorla taktı? Kıskanç bir sevgilisi mi vardı yoksa... "Tamam mı Ececim? Anlaştık değil mi?" dediğini duydum sadece ve lazer ışığını takip eden kediler gibi kafa salladım. Olkan beye abi demeye başlamıştım. Beni Ümit Besen'in kardeşinin büfesi Zeynep'e götürüp sürekli önemli şeyler anlatıyordu. Benim önemsemediğim bir konuyu bile öyle anlatıyordu ki birazdan Magna Carta'yı cüzdanının büyük gözünden çıkaracak gibi hissediyordum.
Yukarı çıktık. Moda editörü Ayşe derin yırtmaçlı elbisesiyle dolaştığında çengelli iğnenin gazeteyle alakası olmadığını anladım. Bir konuşma sırasında ailesiyle oturmadığını da çözdüm. Boş adamların yaptığı işleri yapıyordum anlayacağınız. Fırat bana sürekli kısa haber veriyordu. Sürekli tatlı bir fırça atıyordu. Haksız sayılmazdı. Kısa haberi iki saatte yazıyordum. Okula nasıl sövdüğümü bilemezsiniz! Günler endişe ve eğlence arasında gidip gelerek geçiyordu.
Benim bir sayfa yazdığım haberi sorarsanız.
GELENEKSEL ADRES: HAŞİM İŞCAN GEÇİDİ
İstanbul'da, içinden geçerken özellikle küçük çocukların iç geçirdiği bir geçit var: Haşim İşcan Geçidi. Yıllardır birçok farklı renk ve modelde bisikletin satıldığı bu geçit, 1972'den önce otomobil parçalarının satıldığı bir yermiş. Bu geçit artık 'Bisikletçiler Çarşısı' olarak biliniyor ve İstanbul'da bisiklet almak isteyenlerin aklına gelen ilk yer olarak dikkat çekiyor. Recep Kılıç, Saraçhane'deki bisiklet satıcılarının oluşturduğu derneğin başkanı ve 30 yıldır bu geçitte bisiklet satıyor. Geçidin avantajlı yanları olduğunu anlatan Kılıç "Buraya gelen müşteriler istedikleri kadar bisikleti deneyebiliyor ve montajlı olarak evlerine götürüyor. Herkesin cebine uygun seçenekler ve samimiyet var burada," diyor. Tabii bu geçidin birçok avantajı var. Mesela Haşim İşcan Geçidi'nden bisiklet alanlar, aksesuvarları da ek ücret ödemeden edinebiliyor. Üstelik burada ikinci el bisikletlerde satılıyor.
--
HABERİN LİNKİ
http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2013/08/24/turkiye-bisikleti-yeniden-kesfetti
medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
26 Ağustos 2014 Salı
25 Ağustos 2014 Pazartesi
İlk haber ve perde arkası
Stajımın en heyecanlı günlerinden biriydi. Beyaz Saray'daki oval masa bizim toplantı masasından daha eğlenceli geliyordu kulağa. 12 Ağustos 2013, önerilerimi sunacağım ilk gündem toplantısı gerçekleşecek. Gündem toplantısında herkes önerilerini bir kağıda yazıyor ve dağıtıyor. Böylece beyin fırtınası oluyor.
Üç önerim vardı, çok zavallıca geliyordu. Sırayla herkes aklındakileri anlatıyordu.
Afallamadan edemedim, nasıl da buluyordu insanlar bu konuları. Köyden şehre inmiş gibi davranıyordum. Buranın yabanisi olmuştum, en azından ben öyle hissediyordum. Bana oturacak bir yer kalmayınca ayakta kalmıştım üstelik. Şengül Hn. "Otursana kızım" dedi dolu sandalyelere göz gezdirerek. Ben de birden "Ama stajyerim" deyiverdim. Bir kahkaha patladı, tozlu halıfleksin altına biri beni süpürse de kurtulsam diye dua etmeye başladım.Olmadığı gibi bu tedirginlik içinde sıra bana gelmişti. Konuşmadan önce yüzüme ocağın üzerindeki demlikten saatlerce buhar gelmiş gibi kıpkırmızı olmuş ve sesim titremeye başlamıştı. Bu hallerim onların bir teline dokunuyordu ki bana gülümsüyorlardı destek olmak için. Şimdi düşünüyorum da bu kadar endişelenmemin altında kocaman bir cahillik yatıyormuş. Olsun varsın.
Sırf günü geçiştirmek için sunduğum önerilerden biri kabul edilmişti ve ben ne yapacağımı Allah beni kahretsin ki bilmiyordum. Dünyadaki blog haritası hakkında bir kitap elimdeydi ve bundan haber çıkarmam gerekti. Okulda öğrendiğim bütün haber yazma normları zaten çöpe atılmışken nasıl bir yol izleyeceğimi bilemiyordum. Yeşim biraz bilgilendirdi beni. Sonra kitabın yazarına ulaşmaya çalıştım ki hiç vakti olmadığını söyledi. Sonrasında birçok haber yaptık kendisiyle... Okuldan bir hocama danıştım hemen. O da bir blogger'ın numarasını verdi ve görüş alabileceğimi söyledi. Görüş alındı, habere uygun fotoğraf bulundu ve elimde bir de kitap vardı.
Ortalama düzeyde bir şeyler yazıp bırakmıştım Yeşim'in önüne. Birden hatalarımın altını çizmeye başladı ve usul usul anlatmaya. Ne yazık ki çizgilerden yazım görünmez hale gelmişti. Tekrar oturup yazdım. Bir haberi teslim etmem iki gün sürdü. En zor kısmı da spot kısmıydı. Önemli olan neydi? Kitaptan alıntılarla bir tez mantığında yazdım. Bu seferde çok makale tarzında oldu dediler ve yine yazmaya koyuldum.Bu sefer ürkekçe yaklaştım ve masaya yazımı usulca bıraktım. Yeşim gülümsedi hiç bakmadan aldı yazımı. Hızlı bir dokunuşla adam etti yazıyı ve sayfa yapıldı.
İlk kez benim ismimle bir haber yayımlanacak. Çok korktum. Yanlış yapmış olabilirdim, kitlesel bir eleştire maruz kalabilirdim ya da arkadaşlarım "Bu ne?!" deyip beni sözleriyle dövebilirdi. Abarttım da abarttım. Birkaç aferin almıştım çay kahve servisi dışında bir işe yaramıştım. Babaannem, amcam ve babam ne biçimde heyecanlandı. Hemen aldılar gazeteyi ve beşten fazla kez okudular. Neden böyle bir coşku yaşadıklarını algılayamadım. Üstelik hafta bitmiş ve yeni öneri bulamamıştım. Stajyer olmak nasıl da zordu!
HABER:
18.08.2013
BAŞLIK: İnternette blog trafiği
SPOT: ABD aile albümlerini paylaşıyor, Japonya teknolojisini anlatıyor, Türkiye ise yeteneklerini gösteriyor. Dünyadaki internet trafiğinin büyük bölümünü oluşturan bloglar her ülkede farklı
ECE ULUSUM

1999'da ortaya çıkan bloglar dünyada yeni bir kültür oluşturdu. Birkaç dakikada yapılan bloglarda kimi bilgisini, kimi günlüklerini kimi de yeteneklerini paylaşıyor. Her ülkenin kendisine göre bir blog âlemi var. Türkiye'de ise blogların içerikleri görüş bildirmekten çok bloggerların yeteneklerini sergilemeye dayalı. Türkiye'deki bloggerların eğilimi, uzunca bir konuyu ele almak yerine anlık durum ve deneyimi paylaşmak yönünde. Bu anlık paylaşım stiline 'mikroblog' adı veriliyor. Soda Medya'nın sahibi Özgür Poyrazoğlu hem blog yazarı hem de sıkı bir blog takipçisi. Güncelliğin önemini vurgulayan Poyrazoğlu "Türkiye'deki bloglar günlük yaşam telaşı içinde güncel olamıyor. Bir dönem çok takip edilen blogların yerlerini bu nedenle yeni jenerasyon 'mikrobloglar' almaya başladı," diyor. Türkiye'deki yetenekli bloggerların paylaşım içeriklerinde ilk sıralarda güncel olarak moda ve tasarım, edebiyat ve teknoloji var.
HOBİ OLARAK BAŞLIYOR
Blog dünyası ile ilgili araştırma yapan İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Dr. Didem Sezen "Türkiye'de blog yazarlarının üretimi ve onların takipçileri, internet trafiğinin önemli kısmını oluşturuyor," diyor. Blogların kendini sergilemede de işe yaradığını belirten Sezen'e göre: "Blog yazılarına hobi olarak başlayıp daha sºonra geniş takipçi sayılarına ulaşıp ünlenen yazarlar da var. Bu yazarlar arasında bloglarını bir başka mecraya, basılı kitaba uyarlayanların sayısı hiç de az değil. PuCCa, Pink Freud, samihazinses, Blogcu Anne bu alanda akla ilk gelenler."
DİĞER ÜLKELERDE DURUM NEDİR?
Çin
Bloglar bu kalabalık ülkede sık sık dizginleniyor. Çin uzmanı Martin Hala'nın açıklamasına göre Çin'de bloglar ve internet siteleri toplumun yaşam tarzını etkiliyor. Reklam gelirlerinden büyük pay alan bloglar televizyonun yerini almaya başlıyor. Ülkede blog kullanıcıları kadar blog karşıtı olanlar da var.
Fransa
Bloglara çok düşkün olan Fransızlar, blogları kafe kültüründeki entelektüel tartışmaları devam ettirmek için kullanıyor. Yüzyıllar boyunca süren Fransız entelektüel tartışmaları salonlardan dijital ortama bloglar sayesinde taşınmış oldu. Fransa'da 3 milyon blogger var. Bunların etkili bir kısmı da ev kadınlarından oluşuyor.
Yunanistan
10 milyonu aşkın nüfusu olan komşuda 132 bin blog var görünüyor olsa da yalnızca 5 bin 500 tanesi aktif. Yapılan bir araştırma Yunan kadınlarının bloglara ilgisinin az olduğunu ortaya koydu. Kullanıcıların neredeyse tamamı 30'lu yaşlarda üniversite eğitimli erkeklerden oluşuyor.
Brezilya
Güney Amerika'nın bloglara en düşkün ülkesi Brezilya. Din ve politika içerikli blogların sayısı hayli fazla. Ülkedeki vatandaşların nabzını yoklamak için toplumsal bir laboratuvar görevi gören blogları, devlet adamları ve siyasetçiler de keşfetmiş durumda.
ABD
ABD, blogların doğup büyüdüğü ülke. Özellikle aile albümleri ve günlüklerini bloglarında paylaşan Amerikalılar aktif kullanıcılar. Her alanda bloglar olmasına rağmen ekonomi ve siyaset içerikli blogların sayısı fazla ve diğer ülkeler tarafından da sıkı bir şekilde takip ediliyor.
İran
İran en zengin blog kültürüne sahip ülkelerinden biri. Rejim baskısı ve toplumsal tabular nedeniyle eleştiriler blog âlemine taşındı. Sürekli güncellenen, 60 bini aşkın blogun birçok dil seçeneği var. İnternet polisleri blogları kanunlar doğrultusunda sürekli denetliyor.
Almanya
Almanya'daki popüler bloglar ancak birkaç bin ziyaretçiye sahip. Blogların güvenilirliğinden şüphelenen Almanlar, önyargılarından dolayı yalnızca tüketim ve çevre ile ilgili blogları takip ediyor. Almanya'nın en çok ziyaret edilen blogları ise medya eleştirisi yapanlar.
Japonya
Japon blogları tüketici ve teknoloji içerikleri ile tüm dünyanın takip ettiği bir içeriğe sahip. Kullanıcıların yüzde 80'i blogları mutlaka her gün ziyaret ediyor. Yapılan bir araştırmaya göre ay boyunca bir kullanıcı 62,6 dakikasını blog içeriklerini okuyarak geçiriyor.
LİNK
http://www.sabah.com.tr/Pazar/2013/08/18/internette-blog-trafigi
Üç önerim vardı, çok zavallıca geliyordu. Sırayla herkes aklındakileri anlatıyordu.
Afallamadan edemedim, nasıl da buluyordu insanlar bu konuları. Köyden şehre inmiş gibi davranıyordum. Buranın yabanisi olmuştum, en azından ben öyle hissediyordum. Bana oturacak bir yer kalmayınca ayakta kalmıştım üstelik. Şengül Hn. "Otursana kızım" dedi dolu sandalyelere göz gezdirerek. Ben de birden "Ama stajyerim" deyiverdim. Bir kahkaha patladı, tozlu halıfleksin altına biri beni süpürse de kurtulsam diye dua etmeye başladım.Olmadığı gibi bu tedirginlik içinde sıra bana gelmişti. Konuşmadan önce yüzüme ocağın üzerindeki demlikten saatlerce buhar gelmiş gibi kıpkırmızı olmuş ve sesim titremeye başlamıştı. Bu hallerim onların bir teline dokunuyordu ki bana gülümsüyorlardı destek olmak için. Şimdi düşünüyorum da bu kadar endişelenmemin altında kocaman bir cahillik yatıyormuş. Olsun varsın.
Sırf günü geçiştirmek için sunduğum önerilerden biri kabul edilmişti ve ben ne yapacağımı Allah beni kahretsin ki bilmiyordum. Dünyadaki blog haritası hakkında bir kitap elimdeydi ve bundan haber çıkarmam gerekti. Okulda öğrendiğim bütün haber yazma normları zaten çöpe atılmışken nasıl bir yol izleyeceğimi bilemiyordum. Yeşim biraz bilgilendirdi beni. Sonra kitabın yazarına ulaşmaya çalıştım ki hiç vakti olmadığını söyledi. Sonrasında birçok haber yaptık kendisiyle... Okuldan bir hocama danıştım hemen. O da bir blogger'ın numarasını verdi ve görüş alabileceğimi söyledi. Görüş alındı, habere uygun fotoğraf bulundu ve elimde bir de kitap vardı.
Ortalama düzeyde bir şeyler yazıp bırakmıştım Yeşim'in önüne. Birden hatalarımın altını çizmeye başladı ve usul usul anlatmaya. Ne yazık ki çizgilerden yazım görünmez hale gelmişti. Tekrar oturup yazdım. Bir haberi teslim etmem iki gün sürdü. En zor kısmı da spot kısmıydı. Önemli olan neydi? Kitaptan alıntılarla bir tez mantığında yazdım. Bu seferde çok makale tarzında oldu dediler ve yine yazmaya koyuldum.Bu sefer ürkekçe yaklaştım ve masaya yazımı usulca bıraktım. Yeşim gülümsedi hiç bakmadan aldı yazımı. Hızlı bir dokunuşla adam etti yazıyı ve sayfa yapıldı.
İlk kez benim ismimle bir haber yayımlanacak. Çok korktum. Yanlış yapmış olabilirdim, kitlesel bir eleştire maruz kalabilirdim ya da arkadaşlarım "Bu ne?!" deyip beni sözleriyle dövebilirdi. Abarttım da abarttım. Birkaç aferin almıştım çay kahve servisi dışında bir işe yaramıştım. Babaannem, amcam ve babam ne biçimde heyecanlandı. Hemen aldılar gazeteyi ve beşten fazla kez okudular. Neden böyle bir coşku yaşadıklarını algılayamadım. Üstelik hafta bitmiş ve yeni öneri bulamamıştım. Stajyer olmak nasıl da zordu!
HABER:
18.08.2013
BAŞLIK: İnternette blog trafiği
SPOT: ABD aile albümlerini paylaşıyor, Japonya teknolojisini anlatıyor, Türkiye ise yeteneklerini gösteriyor. Dünyadaki internet trafiğinin büyük bölümünü oluşturan bloglar her ülkede farklı
ECE ULUSUM

1999'da ortaya çıkan bloglar dünyada yeni bir kültür oluşturdu. Birkaç dakikada yapılan bloglarda kimi bilgisini, kimi günlüklerini kimi de yeteneklerini paylaşıyor. Her ülkenin kendisine göre bir blog âlemi var. Türkiye'de ise blogların içerikleri görüş bildirmekten çok bloggerların yeteneklerini sergilemeye dayalı. Türkiye'deki bloggerların eğilimi, uzunca bir konuyu ele almak yerine anlık durum ve deneyimi paylaşmak yönünde. Bu anlık paylaşım stiline 'mikroblog' adı veriliyor. Soda Medya'nın sahibi Özgür Poyrazoğlu hem blog yazarı hem de sıkı bir blog takipçisi. Güncelliğin önemini vurgulayan Poyrazoğlu "Türkiye'deki bloglar günlük yaşam telaşı içinde güncel olamıyor. Bir dönem çok takip edilen blogların yerlerini bu nedenle yeni jenerasyon 'mikrobloglar' almaya başladı," diyor. Türkiye'deki yetenekli bloggerların paylaşım içeriklerinde ilk sıralarda güncel olarak moda ve tasarım, edebiyat ve teknoloji var.
HOBİ OLARAK BAŞLIYOR
Blog dünyası ile ilgili araştırma yapan İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Dr. Didem Sezen "Türkiye'de blog yazarlarının üretimi ve onların takipçileri, internet trafiğinin önemli kısmını oluşturuyor," diyor. Blogların kendini sergilemede de işe yaradığını belirten Sezen'e göre: "Blog yazılarına hobi olarak başlayıp daha sºonra geniş takipçi sayılarına ulaşıp ünlenen yazarlar da var. Bu yazarlar arasında bloglarını bir başka mecraya, basılı kitaba uyarlayanların sayısı hiç de az değil. PuCCa, Pink Freud, samihazinses, Blogcu Anne bu alanda akla ilk gelenler."
DİĞER ÜLKELERDE DURUM NEDİR?
Çin
Bloglar bu kalabalık ülkede sık sık dizginleniyor. Çin uzmanı Martin Hala'nın açıklamasına göre Çin'de bloglar ve internet siteleri toplumun yaşam tarzını etkiliyor. Reklam gelirlerinden büyük pay alan bloglar televizyonun yerini almaya başlıyor. Ülkede blog kullanıcıları kadar blog karşıtı olanlar da var.
Fransa
Bloglara çok düşkün olan Fransızlar, blogları kafe kültüründeki entelektüel tartışmaları devam ettirmek için kullanıyor. Yüzyıllar boyunca süren Fransız entelektüel tartışmaları salonlardan dijital ortama bloglar sayesinde taşınmış oldu. Fransa'da 3 milyon blogger var. Bunların etkili bir kısmı da ev kadınlarından oluşuyor.
Yunanistan
10 milyonu aşkın nüfusu olan komşuda 132 bin blog var görünüyor olsa da yalnızca 5 bin 500 tanesi aktif. Yapılan bir araştırma Yunan kadınlarının bloglara ilgisinin az olduğunu ortaya koydu. Kullanıcıların neredeyse tamamı 30'lu yaşlarda üniversite eğitimli erkeklerden oluşuyor.
Brezilya
Güney Amerika'nın bloglara en düşkün ülkesi Brezilya. Din ve politika içerikli blogların sayısı hayli fazla. Ülkedeki vatandaşların nabzını yoklamak için toplumsal bir laboratuvar görevi gören blogları, devlet adamları ve siyasetçiler de keşfetmiş durumda.
ABD
ABD, blogların doğup büyüdüğü ülke. Özellikle aile albümleri ve günlüklerini bloglarında paylaşan Amerikalılar aktif kullanıcılar. Her alanda bloglar olmasına rağmen ekonomi ve siyaset içerikli blogların sayısı fazla ve diğer ülkeler tarafından da sıkı bir şekilde takip ediliyor.
İran
İran en zengin blog kültürüne sahip ülkelerinden biri. Rejim baskısı ve toplumsal tabular nedeniyle eleştiriler blog âlemine taşındı. Sürekli güncellenen, 60 bini aşkın blogun birçok dil seçeneği var. İnternet polisleri blogları kanunlar doğrultusunda sürekli denetliyor.
Almanya
Almanya'daki popüler bloglar ancak birkaç bin ziyaretçiye sahip. Blogların güvenilirliğinden şüphelenen Almanlar, önyargılarından dolayı yalnızca tüketim ve çevre ile ilgili blogları takip ediyor. Almanya'nın en çok ziyaret edilen blogları ise medya eleştirisi yapanlar.
Japonya
Japon blogları tüketici ve teknoloji içerikleri ile tüm dünyanın takip ettiği bir içeriğe sahip. Kullanıcıların yüzde 80'i blogları mutlaka her gün ziyaret ediyor. Yapılan bir araştırmaya göre ay boyunca bir kullanıcı 62,6 dakikasını blog içeriklerini okuyarak geçiriyor.
LİNK
http://www.sabah.com.tr/Pazar/2013/08/18/internette-blog-trafigi
24 Ağustos 2014 Pazar
Okuduğun mesleği yapabilirsin
İşin aslı blogumda bundan böyle farlı bir konsept izleyeceğim. Bu yüzden eleştirilebilirim ki gerçekten umursamayacak kadar sıkıldım...
2013 Temmuz'unda öğrendim ki okulu bitirmem için zorunlu dış staj yapmam gerekiyor. Yüksek lisans ve akademik hayallerim için en zor aşamalardan biriydi çünkü basın sektörünü eleştirmeye bayılıyordum ki hâlâ öyle. Bir süre naylon staj arasam da el mahkum gerçek bir staj yapmaya karar verdim. 30 gün kahve taşımak yerine yapacak çok işim olduğuna kendimden başkasını ikna edemiyordum zira.
Sabah 'ta ayarlanan staj için gün sayıyordum. Endişeliydim. Üstelik dangozca ve de ukalaca beni kültür sanata vermeleri gerektiğini söyledim. Kesin yıpranacaktım...
Yanılmamıştım çünkü stajımın ilk günü Şengül Hn. yüzüme bile pek bakmadan konuşmayı tercih etti ve beni Olkan Bey'e teslim etti. Sürekli evlilik yüzüğünü parmağından çıkarıp oynayan adamdan hemencecik gözüm korkmuştu. Yanına oturttuğu gibi plastik sanattan resme uzanan sözlü sınava tabi tutulmuş ve oracıkta masaüstündeki çöp kutusuna girmek istemişim. Olmadı. Üstelik ilk günümde gazeteden 23:00'te çıkabilmiştim.
Ekipteki herkes hoşgeldin gülümsemelerini eksik etmedi ama ülkenin gergin dönemleri onlara fazlasıyla yansımıştı. Kendime bir bilgisayar buldum. Ne yapsam bilemedim, kendimi işe yaramaz hissediyordum. Öğle yemeği saatinde kendi başıma kaldığımda Damla beni davet etti ama en yakın arkadaşım da aynı yerde staj yaptığı için onunla gitmemiştim. Yemeğe çıktığımda Dilek'e tüm korkularımdan söz ettim ve o kendi servisindeki insanların organik bal tadında olduğunu söyleyince şansıma bir kaç atıfta bulunmadım değil. Karar aldım, gazeteye olabildiğince gitmeden bu stajı atlatmalıydım...
Neredeyse öyle oldu. Kimi zaman bahanelerle kimi zaman da gerçeklerle stajımın iki haftasını erkenden çıkarak geçirdim. Çay getirme işlerini Olkan Bey'in isteği üzerine Fırat öğretti. Saat 18:00'den sonra bedava çay kahve ekibin çok hoşuna gidiyordu. Benim de öyle denebilir. Çünkü çay servisinden sonra kimse bana dokunmuyordu. Son iki hafta "Stajyer bir şey yapmıyor" denilince gündem toplantısına birkaç madde yazdım, sırf katılmış olmak için. Sunduğum haberleri anlatırken yanaklarım kıpkırmızı oluyordu, onlara göre saçmalıyor olabilirdim. Bloglarla ilgili bir haberi kabul ettiklerinde nasıl pişman oldum bilemezsiniz. Amacım sadece bir şeyler yapıyormuş gibi görünmekti.
İlk haberde anlayışlı olurlar demiştim ama binlerce kişinin okuyacağı haberi sallabaş yapamazlardı ya...
Çay servisinde ustalaşmaya başladığım için ve önerdiğim haberleri hızlı teslim ettiğim için sevilmiştim. Sevilmek dediğim artık adımı biliyorlardı, fazlası değil.
Birkaç çeviri ve üç dört haberi zorunluluktan sıyrılmış, yeni şeyler öğrenme güdüsüyle yapmaya başlamıştım. Durmadan okuyordum. Aklıma ne gelirse o anda sunuyordum. En korkuncu Şengül Hn. haberimin son halini okuduğu andı ki Yeşim'in okuduktan sonra pek mesele olmuyordu. Kimi zaman öğle yemeklerinde eve gidip bir saat müzik dinliyor öyle geri geliyordum. Son günlerde Damla ile yemeğe çıkmaya ve işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmeye başlamıştım.
Stajımın son haftasında Necla Hn. yanına oturmuş birden bire neler yaptığımdan söz eder olmuştum. Onu işlerimden daha çok etkileyense İnsan Müzesi blogum oldu. Bu blogun işime yarayacağından habersizdim. İşler tıkırında gidiyordu. Stajımın son gününde buruk mu desem yoksa hayal kırıklığı mı desem bilemedim ama bir hâlde oturup gazeteleri okuyordum. Buruk olmamın sebebi gazeteye hızlı alışmış olmam ve gerçekten diğer stajyerler gibi gelip geçici olduğumu anlamamdı. Fark yaratamadığım gibi iz de bırakamamıştım. Yeşim rüyasında benim için mutlu haberler aldığını söylese de rüyaya inanmak bana göre değildi.
Tam bunları düşünürken arkamda sert bir ses. Sesi her zaman sert ama gözleri içtenliğini ele verir Şengül Hanımın. "Bu işi yapmak istiyor musun?" dedi. Ben afalladım, sadece kafa salladım. "Senin için yukarısıyla görüştüm. Ne olur bilmiyorum ama. Belki telifli alırlar belki de başka türlü, haberin olsun" deyip omzuma babacan bir tavırla vurup gitti. Yeşim'e döndüm gülüyordu. Nasıl başardığımı bilmediğim bir zaferin kutlamasını gülücüklerle yapıyordum.
Yüksek lisans hayallerim bir dersten kalmamla suya düşmüştü ve neden okuduğum işi denemeyeyimdi ki?
Bir hafta telefonumun sesini kısmadım. Her zil sesini duyduğumda telefona atlıyordum. Ümidimi kaybettiğim gün babaannemdeydim. Artık olmayacağını anladığımı bu nedenle de telefonun sesini her zamanki gibi sessize alabileceğimi söylüyordum. Benim kaderim seviyor ya olayları Türk filmi tadında yaşatmaya. Telefon tam elimdeyken çaldı. Tanımadığım bir numara. Açtım "Ben Turkuvaz Medya İK Hayriye...." dedi ve iki gün sonra görüşmeye çağırdı. Telefonu kapattığımda balkonda kahkahalar atıyordum. Birçok iş yapmama rağmen bu az çaba sarfedip çok büyük ödüllendirildiğim bir işti. İnanamıyorumdu, falandı ve filandı.
Görüşmeye gittim, çok gergindi. Anlayamadığım sorular soruldu; "Neden İngilizce öğrendin?, Odan var mı?"...
Görüşmeden bir hafta sonra altı aylık yarı kadrolu olarak işe başladım.Ve altı ay sonra da tam kadrolu muhabir olarak yoluma devam ettim. Ekibe dahil olduğumdan bu yana çok insan ayrıldı ve iyi kötü birçok olay oldu. Ekibimi önce dahil olmama müsaade ettikleri için sonra da her birinden ayrı bir telde şarkı öğrendiğim için çok sevdim. Her gittiğim yerde mutlu eklerden söz ettim. Gazetecilerin iş çeviren ve dedikoducu insanlar olduğunu söyleyenlere sabah kahvaltılarımızı anlattım. Kimi zaman hepsine sarılmak istedim. Benim uçuk olduğumu düşünüyorlardı, haksız değillerdi. Ama ne güzellerdi.
Güzel iş.
Şanslısın diyenlere katılıyorum ama zaman geçtikçe her güzelliği son kullanma tarihi mi geçiyor nedir?

Sabah 'ta ayarlanan staj için gün sayıyordum. Endişeliydim. Üstelik dangozca ve de ukalaca beni kültür sanata vermeleri gerektiğini söyledim. Kesin yıpranacaktım...
Yanılmamıştım çünkü stajımın ilk günü Şengül Hn. yüzüme bile pek bakmadan konuşmayı tercih etti ve beni Olkan Bey'e teslim etti. Sürekli evlilik yüzüğünü parmağından çıkarıp oynayan adamdan hemencecik gözüm korkmuştu. Yanına oturttuğu gibi plastik sanattan resme uzanan sözlü sınava tabi tutulmuş ve oracıkta masaüstündeki çöp kutusuna girmek istemişim. Olmadı. Üstelik ilk günümde gazeteden 23:00'te çıkabilmiştim.
Ekipteki herkes hoşgeldin gülümsemelerini eksik etmedi ama ülkenin gergin dönemleri onlara fazlasıyla yansımıştı. Kendime bir bilgisayar buldum. Ne yapsam bilemedim, kendimi işe yaramaz hissediyordum. Öğle yemeği saatinde kendi başıma kaldığımda Damla beni davet etti ama en yakın arkadaşım da aynı yerde staj yaptığı için onunla gitmemiştim. Yemeğe çıktığımda Dilek'e tüm korkularımdan söz ettim ve o kendi servisindeki insanların organik bal tadında olduğunu söyleyince şansıma bir kaç atıfta bulunmadım değil. Karar aldım, gazeteye olabildiğince gitmeden bu stajı atlatmalıydım...
Neredeyse öyle oldu. Kimi zaman bahanelerle kimi zaman da gerçeklerle stajımın iki haftasını erkenden çıkarak geçirdim. Çay getirme işlerini Olkan Bey'in isteği üzerine Fırat öğretti. Saat 18:00'den sonra bedava çay kahve ekibin çok hoşuna gidiyordu. Benim de öyle denebilir. Çünkü çay servisinden sonra kimse bana dokunmuyordu. Son iki hafta "Stajyer bir şey yapmıyor" denilince gündem toplantısına birkaç madde yazdım, sırf katılmış olmak için. Sunduğum haberleri anlatırken yanaklarım kıpkırmızı oluyordu, onlara göre saçmalıyor olabilirdim. Bloglarla ilgili bir haberi kabul ettiklerinde nasıl pişman oldum bilemezsiniz. Amacım sadece bir şeyler yapıyormuş gibi görünmekti.
İlk haberde anlayışlı olurlar demiştim ama binlerce kişinin okuyacağı haberi sallabaş yapamazlardı ya...
Çay servisinde ustalaşmaya başladığım için ve önerdiğim haberleri hızlı teslim ettiğim için sevilmiştim. Sevilmek dediğim artık adımı biliyorlardı, fazlası değil.
Birkaç çeviri ve üç dört haberi zorunluluktan sıyrılmış, yeni şeyler öğrenme güdüsüyle yapmaya başlamıştım. Durmadan okuyordum. Aklıma ne gelirse o anda sunuyordum. En korkuncu Şengül Hn. haberimin son halini okuduğu andı ki Yeşim'in okuduktan sonra pek mesele olmuyordu. Kimi zaman öğle yemeklerinde eve gidip bir saat müzik dinliyor öyle geri geliyordum. Son günlerde Damla ile yemeğe çıkmaya ve işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmeye başlamıştım.
Stajımın son haftasında Necla Hn. yanına oturmuş birden bire neler yaptığımdan söz eder olmuştum. Onu işlerimden daha çok etkileyense İnsan Müzesi blogum oldu. Bu blogun işime yarayacağından habersizdim. İşler tıkırında gidiyordu. Stajımın son gününde buruk mu desem yoksa hayal kırıklığı mı desem bilemedim ama bir hâlde oturup gazeteleri okuyordum. Buruk olmamın sebebi gazeteye hızlı alışmış olmam ve gerçekten diğer stajyerler gibi gelip geçici olduğumu anlamamdı. Fark yaratamadığım gibi iz de bırakamamıştım. Yeşim rüyasında benim için mutlu haberler aldığını söylese de rüyaya inanmak bana göre değildi.
Tam bunları düşünürken arkamda sert bir ses. Sesi her zaman sert ama gözleri içtenliğini ele verir Şengül Hanımın. "Bu işi yapmak istiyor musun?" dedi. Ben afalladım, sadece kafa salladım. "Senin için yukarısıyla görüştüm. Ne olur bilmiyorum ama. Belki telifli alırlar belki de başka türlü, haberin olsun" deyip omzuma babacan bir tavırla vurup gitti. Yeşim'e döndüm gülüyordu. Nasıl başardığımı bilmediğim bir zaferin kutlamasını gülücüklerle yapıyordum.
Yüksek lisans hayallerim bir dersten kalmamla suya düşmüştü ve neden okuduğum işi denemeyeyimdi ki?
Bir hafta telefonumun sesini kısmadım. Her zil sesini duyduğumda telefona atlıyordum. Ümidimi kaybettiğim gün babaannemdeydim. Artık olmayacağını anladığımı bu nedenle de telefonun sesini her zamanki gibi sessize alabileceğimi söylüyordum. Benim kaderim seviyor ya olayları Türk filmi tadında yaşatmaya. Telefon tam elimdeyken çaldı. Tanımadığım bir numara. Açtım "Ben Turkuvaz Medya İK Hayriye...." dedi ve iki gün sonra görüşmeye çağırdı. Telefonu kapattığımda balkonda kahkahalar atıyordum. Birçok iş yapmama rağmen bu az çaba sarfedip çok büyük ödüllendirildiğim bir işti. İnanamıyorumdu, falandı ve filandı.
Görüşmeye gittim, çok gergindi. Anlayamadığım sorular soruldu; "Neden İngilizce öğrendin?, Odan var mı?"...
Görüşmeden bir hafta sonra altı aylık yarı kadrolu olarak işe başladım.Ve altı ay sonra da tam kadrolu muhabir olarak yoluma devam ettim. Ekibe dahil olduğumdan bu yana çok insan ayrıldı ve iyi kötü birçok olay oldu. Ekibimi önce dahil olmama müsaade ettikleri için sonra da her birinden ayrı bir telde şarkı öğrendiğim için çok sevdim. Her gittiğim yerde mutlu eklerden söz ettim. Gazetecilerin iş çeviren ve dedikoducu insanlar olduğunu söyleyenlere sabah kahvaltılarımızı anlattım. Kimi zaman hepsine sarılmak istedim. Benim uçuk olduğumu düşünüyorlardı, haksız değillerdi. Ama ne güzellerdi.
Güzel iş.
Şanslısın diyenlere katılıyorum ama zaman geçtikçe her güzelliği son kullanma tarihi mi geçiyor nedir?
15 Mart 2014 Cumartesi
18 Aralık 2013 Çarşamba
Gazetecilik tozu yuttum gençler!
Gazetecilik neydi, ne değildi, nasıldı ve etik miydi derken allak bullak bir halde eleştirilerinizin cebinden zorla alınarak devam edeceğiniz bir yolda kendinizi bulabilirsiniz, ben buldum. Hangi kurumda çalışırsanız çalışın memnun olmakta zorluk çekeceksiniz, bu da bir gerçek. Eğer benim gibi yazmayı ve öğrenmeyi iş olarak görmüyorsanız pekte sorun olmayacak. İyi işler çıkarabilirsiniz, buna rağmen eleştirilebilirsiniz. Bilin ki, hırpalanmadan bu yolda da ilerleyemiyorsunuz. Demiri döve döve şekillendirme mantığı özellikle gazetede çok işler halde.
İşi öğreniyorsunuz evet ama bazen kafanız karışıyor. Özellikle birden fazla editörünüz varsa! Her aslanın kükreyişi fazla, her yiğidin yoğurt yiyişi başka ve birçok başka olduğumuzu vurgulayan atasözü sayabilirim ama konumuz bu değil. Malum biri "ile" yazımını birleşik, diğeri ayrı yazmanızı isteyebilir. Veyahut biri bakış açınızı çekiştirebilir, diğeri olduğu yerde bırakır. Akvaryumda depremi hisseden balık gibi olduğum doğrudur bazen. Şikayet edecekken elime haberi bir alıyorum ki diniyor bütün içimdeki fırtına. Aslında dengesizliğe alışık kişiler için ideal bir ortam.
Gözünüz zenginlikte olmayacak bir de. Azla yetinmesini bileceksin ama ünvanını iyi kullanmasını daha iyi bileceksin. Ne karnın aç kalır ne de görmek isteyip göremediğin yer. İşin özü çok çalışmakta ama göze batmamakta. Kendine ayırdığın vakitten fedakarlık etmekte falan. Bakın hani herkes diyor ya, "bu işi gerçekten sevmiyorsan yapamazsın", yapanlar var şahit oluyorum. Ama onlar da ne yaptıklarıyla diğerlerini kıyasladığınız da kafada bir donk sesi işitiyorsunuz
Ne de güzel akıl veriyorum değil mi? Önemli olan benim zırvalamalarım değil a dostlar, kendinizi hazırlamanız gerektiğini söylemek istiyorum. Biraz da umursamaz olabilmenin gerekliliğini. Aksi halde kendinizi kaybedebilir ve çok üzülebilirsiniz. Şu sıralar yuttuğum gazetecilik tozunu ileride öksüre öksüre gürültülü bir şekilde çıkaracağım doğrudur.
14 Ağustos 2013 Çarşamba
Gazeteci Olamayan Gazeteciler
Sürekli eğitim sistemini ve okullardaki eksiklikleri eleştirip öneri vermek benim işim değil. Ama bu ara çok sık bir şekilde bunu yapıyor ve 4 yıl boyunca okumak yerine iş hayatına atılmanın çok daha uygun bir karar olacağını düşünüyorum. Neyse ki akademik kariyer planları içimi rahatlatıyor. Peki ya gazeteci olmak isteyenler?
Medyadaki işlerin nasıl döndüğünü unutun. Öncelikle işi bilmeyen eleman yetiştiren okullara göz dikelim. Çalışmaya başladığım kurumu övmek niyetinde değilim fakat yeni gelen kendilerini gazeteci sananları öyle bir çekip çeviriyor ki, "4 yıl boyunca ne yaptırdılar size?" dediklerinde utanıp kalıyorsunuz. Haber Toplama ve Yazma gibi İstanbul Üniversitesi'nde bir çok öğrencinin belası olan ders benimde belam olmuş ve son senemde vermiştim. Sürekli benden gazeteci olmaz diye kendimi harap ediyordum. Neyse ki onların öğrettikleriyle günümüzde gazeteci olmuyormuş!
Öncelikle gündem toplantısı diye kısaca üzerinden geçilerek anlatılan olay çok önemli. Hatta gazetecinin parlaması için kurulmuş bir sahne. Pazartesi günleri fikirlerini bul, madde madde yaz ve anlat. Beğenilirse ve elbette yayın kimliğine de uygunsa gazetedeki göbek haber bölümünü bile kapabilirsiniz. Bu arada göbek ve tampon haber kavramları gazetecilik jargonuna işlenmiş ama okullarda duymadıklarımızdandır. Öneriniz beğenildi ve haberi yapmanız gerekli. Haber Toplama ve Yazma, Yerel Gazetecilik vs. derslerini unutun. Medya kuruluşlarının zaten bir iletişim havuzu oluyor. Kendilerini riske atmak istemiyorlar. Haberin ham halini hazırladıktan sonra kişiler ya da kuruluşlarla görüşüp şekillendiriyorsunuz. Spot yazamadım diye kaldığım dersleri düşünürsek şuana dek yayınlanmış haberlerimin spotlarını sınav kağıdına yazsam kocaman bir 0 alırdım.
Akademik bilginin önemi tartışılmaz ama deneyimlerle harmanlamadıktan sonra ve eski düzenle hala ittirmenin anlamı yok. Hala şaşkınım doğrusu,"haberin kaç bin vuruşluk oldu?" , "reklamları ve fotoğrafı hesaba kattın mı?"," reklamla haber arasındaki ölçüleri unutma!", "e-posta ile söyleşiye ikna et", "haber niteliği bu değil!", "benimle TRT spikeri gibi konuşma lütfen" gibi bir çok öneri ve kuralları sarsılarak öğreniyorsunuz. Medya eleştirilerini burada çöpe atıyorsunuz ve 1950 den kalma gazetecilik hakkında öğrendiğiniz 4 yılı da öyle.
Medya içerisinde gazetecilik mezunu kişileri seçmemesinin nedeni daha doğrusu suçlusu iletişim fakülteleridir.
Etiketler:
akademik,
ana akım medya,
basın,
gazete,
gazetecilik,
haber,
iletişim fakülte,
istanbul üniversitesi,
medya
10 Mart 2013 Pazar
Bir İletişim Fakültesi Mezununun Sonu
Bu sene sona erecek (umarım) olan okulumdan benim elimde kalanları bir düşündüm. Diğer okulların iletişim fakültelerini de az çok biliyorum mutlaka ama İstanbul Üniversitesi ilk Gazetecilik okuluna sahip olan üniversite ve diğer okullardan çok daha ileri olması düşünülüyor. Okulun ismen saygınlığı konusunda boynumuz kıldan ince görkemli kapısını bilmeyen var mı hem...
Kazandığımda bende hayatımın değişeceğine inanmıştım bir aydın olacak ve de eğitimimle anılacaktım. ilk senesinde heyecan ve korku ile girdiğim dersleri can kulağı ile dinleyip hiç bir kelimeyi kaçırmamaya çalışıyordum. Her dönem heyecanım bıkkınlığa, korkum ise şaşkınlığa dönüşmeye başladı. Okulun sonrasında tam 4 yıldan söz ediyorum ki bu önemli bir zaman dilimi, elimde kalan çok azdı. Okulun bana verdiği kendi iradem ve arzumla edindiğim bilgilerin yanında kaybolup gidiyor. 4 ya da 5 hocanın anlattıkları ve önerileri dışında bana iletişimci olarak bir şeyler öğreten hoca yoktu.
Dersin afilli ve de kendini önemli hissettiren bir ismi var ama içeriği bomboş. Sırf kredi dolsun diye ilgi alanım olmayan dersler seçmek zorunda kaldım ve hatta öğrenci dostlarımla kaldık. Neredeyse hiç işimize yaramayacak derste zar zor geçerken asıl bilgileri içeren dersten ezber ile geçilmesi bir üniversite için yüz kızartıcı olmalı. Medya sektörüne birey yetiştiriyor desek 1950 yılından kalma bilgilerle ve ardından “medya sektörü eskisi gibi değil” diyerek iç çeken hocaların uzaklara dalmasıyla bu mümkün değil. İletişim bilimine birey yetiştiriyor desek sürekli hareketli ve kendini malum teknoloji sayesinde sürekli yenileyen bir bilim dalının 7 - 8 terimi ve geçmişteki bir kaç bilim adamını öğretmekle bu ihtimalimizi de oldukça zayıflatıyor. 4 yıl boyunca aynı bilgilerle karşılaşmak inanın televizyondaki eski dizilerin zapping yaparken karşınıza çıkması kadar sıkıcı ve de soğuk bir durum. Okulun staj adı altında öğrencilere "evet öğrendi" anlamına gelen belge için oynatılan evcilik oyunu da başka bir fiyaskodur, bunu içime atmak istiyorum.
Üniversiteden tez yazarak mezun olunur ve çok doğru bir yöntemdir. Peki, tez yazabilecek öğrenci yetiştirememek ve kopyala- yapıştır yöntemi ile aynı konular üzerinde yapılan vasıfsız çalışmalarla öğrencilerin mezun olabilmesi ne demektir? Bu durumun aktörleri kimdir?
Bu durumdan ötürü suçlayıcı okları yalnızca hocalara yöneltmekte çocukluk olur. 4 yıldır aynı bilgiyi kavrayamamış ve iletişim kavramının tanımını hala yapamayan öğrencilerle ne kadar yol alınabilir. Şüphesiz kendi sosyal çevresi arasındaki iletişim ağı kısıtlı olan ve hocasıyla konuşmaktan utanıp çekinen bir iletişim mezununun olması öteki tarafın bir utancıdır. Üniversite mezunu oldum diyebilmek için bölümü seçen arkadaşlarımız belli ki hocaları usandırmıştır.YÖK ve devletin eğitim politikası burada el sallıyor beni de hırpala diye ama sınırlarımı kendi fakültemle çizmiş bulunmaktayım bu yazıda.
İletişim fakültesinde öğretme görevini üstenen her hoca sektörün durumunun farkındadır. Ve YÖK’ün kanunlarında dersin adı ne olursa olsun belli başlı sınırlar dışında dersin içeriğini hocaya bırakmıştır. Bu nokta da bazı hocaların medya ya da iletişim bilimi için tek yönlü tozlu bilgilerle öğrencilere verebileceği şey sadece iletişim tarihidir. Her bilim dalı ve günlük bilgiyi içeren bir dalın aynı oranda heyecan verici olması gerekir. Yalnızca slaytlarla yada kitaptan okunarak anlatılan dersin sıkıcılığı da anlaşılması kolay olan bilginin yüzlerce kez tekrarlanması sıkıcılığıyla kıyasıya yarışır.
Hedeflerime ulaştığımda mutlaka dersin adı ne olursa olsun her gün farklı bir tema da ders işler ve iki taraflı keyif almayı tercih ederim. Edindiğim bilgileri kendime saklamaktan kaçınırım. Mutlaka zorlukları olacaktır ve bunu deneyenler de olmuştur. Ama ilk iki sene de iletişimin tarihi ve teknik kısmı son iki sene de bu alandaki yeni ve öğrencilerle birlikte yapılabilecek çalışmalar üzerinde yoğunlaşarak geleceğe yönelik ders içerikler tercih ederim, edilmeli. Böylece, sektör iyileştirici bireylerle kendine gelebilir. Bunlar bir fikir ve daha iyi fikirler çıkacaktır umarım.
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin lisans eğitiminin sonuna gelen biri olarak üzüldüklerim ve talep ettiklerimin çok zor olduğuna inanmıyorum. Diğer iletişim fakültelerinin de eksikliklerinin bir an giderilip enformatik ortamda eğitim gören öğrencilerin olmasını temenni ediyorum...
Ece Ulusum
Kazandığımda bende hayatımın değişeceğine inanmıştım bir aydın olacak ve de eğitimimle anılacaktım. ilk senesinde heyecan ve korku ile girdiğim dersleri can kulağı ile dinleyip hiç bir kelimeyi kaçırmamaya çalışıyordum. Her dönem heyecanım bıkkınlığa, korkum ise şaşkınlığa dönüşmeye başladı. Okulun sonrasında tam 4 yıldan söz ediyorum ki bu önemli bir zaman dilimi, elimde kalan çok azdı. Okulun bana verdiği kendi iradem ve arzumla edindiğim bilgilerin yanında kaybolup gidiyor. 4 ya da 5 hocanın anlattıkları ve önerileri dışında bana iletişimci olarak bir şeyler öğreten hoca yoktu.
Dersin afilli ve de kendini önemli hissettiren bir ismi var ama içeriği bomboş. Sırf kredi dolsun diye ilgi alanım olmayan dersler seçmek zorunda kaldım ve hatta öğrenci dostlarımla kaldık. Neredeyse hiç işimize yaramayacak derste zar zor geçerken asıl bilgileri içeren dersten ezber ile geçilmesi bir üniversite için yüz kızartıcı olmalı. Medya sektörüne birey yetiştiriyor desek 1950 yılından kalma bilgilerle ve ardından “medya sektörü eskisi gibi değil” diyerek iç çeken hocaların uzaklara dalmasıyla bu mümkün değil. İletişim bilimine birey yetiştiriyor desek sürekli hareketli ve kendini malum teknoloji sayesinde sürekli yenileyen bir bilim dalının 7 - 8 terimi ve geçmişteki bir kaç bilim adamını öğretmekle bu ihtimalimizi de oldukça zayıflatıyor. 4 yıl boyunca aynı bilgilerle karşılaşmak inanın televizyondaki eski dizilerin zapping yaparken karşınıza çıkması kadar sıkıcı ve de soğuk bir durum. Okulun staj adı altında öğrencilere "evet öğrendi" anlamına gelen belge için oynatılan evcilik oyunu da başka bir fiyaskodur, bunu içime atmak istiyorum.
Üniversiteden tez yazarak mezun olunur ve çok doğru bir yöntemdir. Peki, tez yazabilecek öğrenci yetiştirememek ve kopyala- yapıştır yöntemi ile aynı konular üzerinde yapılan vasıfsız çalışmalarla öğrencilerin mezun olabilmesi ne demektir? Bu durumun aktörleri kimdir?
Bu durumdan ötürü suçlayıcı okları yalnızca hocalara yöneltmekte çocukluk olur. 4 yıldır aynı bilgiyi kavrayamamış ve iletişim kavramının tanımını hala yapamayan öğrencilerle ne kadar yol alınabilir. Şüphesiz kendi sosyal çevresi arasındaki iletişim ağı kısıtlı olan ve hocasıyla konuşmaktan utanıp çekinen bir iletişim mezununun olması öteki tarafın bir utancıdır. Üniversite mezunu oldum diyebilmek için bölümü seçen arkadaşlarımız belli ki hocaları usandırmıştır.YÖK ve devletin eğitim politikası burada el sallıyor beni de hırpala diye ama sınırlarımı kendi fakültemle çizmiş bulunmaktayım bu yazıda.
İletişim fakültesinde öğretme görevini üstenen her hoca sektörün durumunun farkındadır. Ve YÖK’ün kanunlarında dersin adı ne olursa olsun belli başlı sınırlar dışında dersin içeriğini hocaya bırakmıştır. Bu nokta da bazı hocaların medya ya da iletişim bilimi için tek yönlü tozlu bilgilerle öğrencilere verebileceği şey sadece iletişim tarihidir. Her bilim dalı ve günlük bilgiyi içeren bir dalın aynı oranda heyecan verici olması gerekir. Yalnızca slaytlarla yada kitaptan okunarak anlatılan dersin sıkıcılığı da anlaşılması kolay olan bilginin yüzlerce kez tekrarlanması sıkıcılığıyla kıyasıya yarışır.
Hedeflerime ulaştığımda mutlaka dersin adı ne olursa olsun her gün farklı bir tema da ders işler ve iki taraflı keyif almayı tercih ederim. Edindiğim bilgileri kendime saklamaktan kaçınırım. Mutlaka zorlukları olacaktır ve bunu deneyenler de olmuştur. Ama ilk iki sene de iletişimin tarihi ve teknik kısmı son iki sene de bu alandaki yeni ve öğrencilerle birlikte yapılabilecek çalışmalar üzerinde yoğunlaşarak geleceğe yönelik ders içerikler tercih ederim, edilmeli. Böylece, sektör iyileştirici bireylerle kendine gelebilir. Bunlar bir fikir ve daha iyi fikirler çıkacaktır umarım.
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin lisans eğitiminin sonuna gelen biri olarak üzüldüklerim ve talep ettiklerimin çok zor olduğuna inanmıyorum. Diğer iletişim fakültelerinin de eksikliklerinin bir an giderilip enformatik ortamda eğitim gören öğrencilerin olmasını temenni ediyorum...
Ece Ulusum
Etiketler:
ders,
eğitim,
iletişim,
iletişim bilimi,
iletişim fakülte,
istanbul üniversitesi,
medya,
mezun
2 Kasım 2012 Cuma
Ulusulararası Suç ve Ceza Film Festivali: Erkekler Suçlu!
Geçen ay ikincisi düzenlenen Uluslararası Suç ve Ceza Film Festival'indeki panellerde dikkat ettiğim şey sürekli erkeklerin içgüdüsel olarak güç sahibi olduklarında, kadınları ezmesinden başka hiç bir şeyden söz etmeyerek erkekleri farkında olmaksızın ötekileştirmekti. Zeki kadınlar ve beyler, hukukçular, bilim insanları, medya ve önemli sanatçılar vardı; Türkan Şoray, Zeki Demirkubuz ve Selim İleri gibi.
Sorular soran kişilerde söz ettiğim gibi erkekleri suçlayıcı nitelikte davrandı. Bir bayan olarak ben. " Objektif davrandığımıza inanmıyorum. Kadınlarda güçlü statü elde edince erkekleri ötekileştirmiyor mu? Kadına işlenen suç diyorsunuz ama bu suçun tek taraflı mı işlendiğini düşünüyorsunuz anlamadım. Diyeceksiniz ki erkekler bunu başlattı. Bu paneller çözüm için yapılıyor, biz kadınlar kendi içimizdeki güç savaşını bitirdik mi karşıdan bekliyoruz ya da ortak bir payda da buluşturuyoruz?" dediğimde erkek katılımcıların alkışlaması kadınların bana suçlayıcı gözlerle bakmasının yanı sıra soruma cevap alamamam ilginçti. "Burada insan haklarını konuşuyoruz yalnızca kadınları değil" dediler. mikrofonu elimden almalarına rağmen : "iyi de panelin adı suç kadın olmak, ceza müebbet." dediğim de "vaktimiz yok ."dediler, benden sonra 3 kişi daha konuştu...
Panel sona erdiğinde 4 avukat , evet hepsi bey, beni tebrik ederek hislerimize tercüman oldunuz, teşekkürler dediler. Hollandalı olan avukat " sizin gibi cesur kadınlara ihtiyaç var!" dedi elimi heyecanla sıkarken. Bir beyefendi bana ajanda hediye etti, içinde telefonu yazan ve dipnotunda "her hangi bir hukuki süreçte bu gazeteci bayanın yanında olmaktan gurur duyarım" diye eklemiş. Belki onlar ataerkil anlamda tatmin edici sözlerimi kendilerince anlamlandırdılar ve ona göre tebrik ettiler. Aslında önemsiyorum diyemem, bayanlar bu panel kapsamında yeterince pohpohlandı çünkü. Kadınların yaşadığı zorlukları ve şiddeti elbette biliyoruz da bu festivaldeki panellerin çoğunda erkeklerin statüleri ile kadınları ezdiklerinden söz ediyor. Daha kadınlar birbirini statüleri ile ezerken hem de!
Sürekli kadının ezilmesini bir tarafından tutup ekonomik güç ve cahilliye getirdiler. Öyle şaşırtıcıdır ki panellerde beyefendi katılımcılardan bayanlara oranla daha mantıklı ve de somut örneklerle dolu konuşmalar duydum. Aslında erkeğin güçlü kadının ezilen taraf olması tamamen kanıksanmış bir yargıdır. Doğu illerimizde hala küçük yaşta evlendirilme, töre ve eğitimsizlik varken statülerin erkek kadın arasında savaş olmasını konuşmak bana şuan için erken geldi. Metropol şehirlerin sorunları elbette mevcut ama bunu o süslü paneller ile bilgili kişilerin yine bilgili kişilere anlatmasında ne kadar fayda olabilir.
Uluslararası nitelikteki bu festivalin kısa filmleri ve de zeki hukukçuların tadına doyulmazdı. Ciddi anlamda rahatsız edici ve farkına vardırıcı konular işlendi. Bir konu rahatsız ediyorsa insanı orada insanlığı dejenere eden bir sorun vardır. Ama çözüm noktasında insanoğlunun suçlu birileri bulup onun üzerinden çözüm yaratmaya çalışması tamamen hatadır.
İstanbul Üniversitesi ve Festival
İstanbul Üniversitesi'ndeki festivaller katılımcılar ve de teknik ekip anlamında çok iştahlandırıcı ve de gerçek anlamda faydalıdır. Bu yadırganamaz bir gerçek olabilir ama kötü olan nokta ise, festival hangi fakülteyi yakından ilgilendiriyorsa o fakültenin öğrencileri festivalde katılımcı oluyor. Suç ve Ceza festivali yalnızca hukuk öğrencilerine açıktı. Ben basın kontenjanından girmiş olmama rağmen diğer iletişim fakültesindeki dostlarımın ya da bilgilenmek isteyen bir başka fakültedeki öğrenci dostumun da katılmasını istedim.Belki katılımcıların yoğunluğu nedeniyle sıkıntı olmaması istendiği için ya da bilir kişiler farklı sebeplerden böyle bir kural getirmiştir, bilemiyoruz. Okulda yaşadığımız bir çok sorunun olduğunu biliyoruz ama bunun da çözülmesi gerektiğine inanıyoruz iletişim fakültesi olarak.
Ece Ulusum
Etiketler:
erkek,
festival,
hukuk,
istanbul üniversitesi,
kadın,
medya,
panel,
statü,
suç ve ceza,
türkan şoray,
zeki demirkubuz
13 Eylül 2012 Perşembe
Sosyal Medya Hakkında
Sosyal medya ile insanların örgütlenmesinin bir kendince bir şekilde ucundan tutup haberleştiren Özge Özkul, ortaya sosyal medya hakkında neredeyse kesin bir görüş birliği sağlanmış olduğunu ortaya koydu. Bir çok ilgili kişinin yanı sıra benimde görüşlerime yer veren haber;
Twitter’dan kitlelere sesleniş!
Yeni bir iletişim aracı olan Sosyal Medya’nın etkisi büyümeye devam ediyor. Son zamanlarda sosyal medya üzerinden haberleşen ve bir araya gelen kitleler sayesinde, sınırlı izleyiciye sahip diziler fenomen hale geldi.
İhaber - Özge Özkul - “Behzat Ç.”,”Leyla ile Mecnun” ve en son olarak “İşler Güçler” adlı diziler bu etkinin en büyük örnekleri arasında yer alıyor.
DRAMALARIN YERİNİ ABSÜRD KOMEDİ ALDI
Televizyonda yaygın olarak rastladığımız dramaların aksine, çizgi dışı olarak değerlendirilebilecek bu yayınlar, sosyal medya ortamındaki fanatiklerinin katkıları, paylaşımları ve yorumlarıyla milyonlarca kişiye ulaşan diziler haline geldi. Bu konuya en net örneklerden biri de Leyla ile Mecnun dizisinin 3.sezon açılış organizasyonu. Sezonun ilk bölümünü izlemek için yapılan organizasyonda dizi ekibi ve severleri bir araya geldi. Bu etkinliğe katılımın yoğunluğu sosyal medyanın diziler üzerindeki etkisini somut bir şekilde gösteriyor
İZLEYİCİLER SOSYAL MEDYADAN HABERLEŞTİ
Dizi çekimlerinin yapıldığı Kireçburnu Haydar Aliyev Parkında düzenlenen etkinliğin sahibi, dizinin fanı olan Veysi Elban. Sezona eğlenceli bir etkinlikle başlanmasını istediğini belirten Elban, düzenlediği etkinliği sosyal medya aracılığıyla duyurdu.
Haberde yer alan röportajlar.
Türkiye Gazetesi Yazarı Fatih Selek: "Twitter’cı" ile "Televizyoncu" ayrı dünyaların insanı
Erdem Öztop- Medya Sorumlusu: Kanallar sosyal medyaya ayak uyduracak
İsmail Hilmi Adıgüzel- İletişim Uzmanı: İnternet ucu olmayan bir ağ
Doğukan Gezer- Acaba? Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni: Önce radyo unutuldu şimdi de televizyon unutulacak
Ece Ulusum- İÜ Gazetecilik Öğrencisi: Sosyal medyayı, kullanış biçimleri etkiler
"Sosyal medya bana göre sonuna kadar kullanılmalı, ama iyi niyetli olarak. Bunun örneğini Leyla ile Mecnun etkinliğinde görebiliriz. Normalde sinemaya giden insanlar, film başladığında yalnızlaşır, tekbaşınalaşır. Ama burada öyle değildi. Birbirini tanımayan insanların ortak noktası olan dizi, oradaki herkesi buluşturdu. Ekranı sokağa taşıdı ve isimlerini bilmeyen kişiler sohbet etti, birlikte güldü, çekirdeğini içeceğini paylaştı. Kısaca sosyal medya sosyalleştirdi. Bu yol dikkatli adımlarla izlenilmeye devam edilmeli. "
Haberin tamamı için:
2 Mayıs 2012 Çarşamba
Önce Uyan Sonra Uyandır

Ülkemizi ele alırsak Taksim, Kadıköy, Mecidiyeköy meydanları protestonun sahnesi haline gelmiş durumda. Oradaki insanların 1-2 saatlik yürüyüşünün ne kadar ciddiye alındığını göz önünde bulundurmak gerekirse, yanlarından geçenler merakını gidermek için bir dönüp bakıyor, biraz kalabalık ve olay çıkaracak gibiyse de güzelim kameralı telefonları havada hazır görüyoruz. Belki milli duyguları kabartan bir konuşma nida varsa esnaf tüm gücüyle alkışlıyor. Bu kadar... Olay o kadar basitleştirilmiş ki medyadaki gizli nefret söylemleri sayesinde grev, protesto, yürüyüş vs kavramları duyan toplum bireyleri "boş iş" olarak düşünüyor, kendilerine zarar verecek toplum düzenini bozacak birşey olarak görüyor.
O ufak gruplar bu dünya düzenindeki göz boyama amaçlı azınlık çarkı işlevini gördüklerini hiç anlamadılar, anladıklarında istikrar soluyan insanların birleşimi ve de bilinçli olarak neye karşı adım adım mücadele ederek yürüdüğünü bilen insanlar o grupları oluşturur. Yapılacak eylemlerin gerçek anlamda planlanmış olması ve farklı olması şart. Böylece bu faaliyetler sistemin çarklarını döndürmek adına benzin niteliğini bir kenara bırakıp çomak vaziyetine gelebilirler.
Ece Ulusum
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)