6 Mayıs 2012 Pazar

Sanatın Üvey Evladı; Fotoğraf



   1800lü yıllarda fotoğraf gibi bir buluşun hayali için: " İnsan Tanrı'nın suretinden yaratılmıştır ve Tanrı'nın sureti de insan icadı olan hiçbir makineyle yakalanamaz... akıldan geçirip dilemek bile dinimize küfür sayılır." diye yazmıştı City Adviser  adındaki yayın. (s.6) Tarihteki ilk fotoğrafı çektiği kabul edilen Joseph Nicéphore Niépce'nin fotoğrafçılık alanının günümüzdeki hale geleceğini bilseydi City Adviser'ın dediklerine inanmayı tercih ederdi.

   Fotoğrafta insan sureti dışında herhangi bir şeyin çekilmesi saçma bulunurken manzara fotoğrafları kartpostallarda yerini almış ve bunu akıl eden kişiyi zengin biri haline getirmiştir. Walter Benjamin, "fotoğrafçılara  hitap eden resimli yayınlarının sayısının oyun ve tavuk eti dükkanların sayısını aşacağı günler çok uzak değil." (s.31) diyerek fotoğrafçılığında kapitalist düzende yerini bulacağını ve hızlıca ilerleyeceğini anlatmak istemişti.

   Manzara fotoğrafları satın alan insanlar artık kendi manzarasını da kendi çekmek istiyordu. Sömürü döngüsüyle ham madde ve seri üretimin sağladığı kolaylıkla sistem bu kârlı kapıyı ardına kadar açtı ve artık isteyen herkes onlara ödeme yaparak fotoğrafçı olabiliyordu. Bir zamanlar var olan sanatsal etkinliğin çürüme hızı, evlere giren fotoğraf makinesi sayısı ile paraleldir.

   Fotoğraf alanına özenerek ya da fırsatçı nitelikte giren insanlar bu alandaki avangardların onurunu zedelemiştir. Son noktayı da internetteki sosyal paylaşım siteleri koymuştur.  Sosyal ağ ve kültür endüstrisi imkanları sayesinde fotoğraf çekmek herkese indirgenmiş ve hatta ileri zamanlarda şart haline gelmesi muhtemel faaliyet, moda olan söylemiyle hobi haline geldi. Fotoğrafın sanat olup olmadığı tartışılırken çıta iyice düştü ve yeni bir tartışma sorusu belirdi; fotoğrafçı kimdir?

   Günümüzde  fotoğraf bizim için yaratıcılığın fetiş bir hale gelmesi ve farklı olma kaygısı ile birlikte somut referans denebilinir, gözlemlenebilir ve ünlü yapma imkanını verebilir; endüstriyel araç. Benjamin'in kitabında yer verdiği sav gerçekleşmek üzere: " geleceğin cahilleri yazmayı bilmeyenler değil, fotoğrafı bilmeyenler olacaktır." (s.38)

Dipnot: Adı geçen eser, Benjamin, Walter,  Fotoğrafın Kısa Tarihi, Çeviri: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2012
 
Ece Ulusum

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Önce Uyan Sonra Uyandır

 
   İnsanların yaptığı yürüyüşler gerçek anlam da irade taşımıyor. Sürekliliği de yok. Olayı yalnızca kitle iletişim araçlarının sayesinde bir kere ya da bir kaç kere ana haber bültenlerin de veya gazetelerde görme isteği ise ünlü olmak için sokak ortasında soyunsunlar daha iyi. Mevsimine göre üzeri örtülen eşya gibiler, sahipleri lazım olunca açıyor gidecekleri zaman tekrar üzerilerini örtüyorlar.

   Ülkemizi ele alırsak Taksim, Kadıköy, Mecidiyeköy meydanları protestonun sahnesi haline gelmiş durumda. Oradaki insanların 1-2 saatlik yürüyüşünün ne kadar ciddiye alındığını göz önünde bulundurmak gerekirse, yanlarından geçenler merakını gidermek için bir dönüp bakıyor, biraz kalabalık ve olay çıkaracak gibiyse de güzelim kameralı telefonları havada hazır görüyoruz. Belki milli duyguları kabartan bir konuşma nida varsa esnaf tüm gücüyle alkışlıyor. Bu kadar... Olay o kadar basitleştirilmiş ki medyadaki gizli nefret söylemleri sayesinde grev, protesto, yürüyüş vs kavramları duyan toplum bireyleri "boş iş" olarak düşünüyor, kendilerine zarar verecek toplum düzenini bozacak birşey olarak görüyor.
 
   O ufak gruplar bu dünya düzenindeki göz boyama amaçlı azınlık çarkı işlevini gördüklerini hiç anlamadılar, anladıklarında  istikrar soluyan insanların birleşimi ve de bilinçli olarak neye karşı adım adım mücadele ederek yürüdüğünü bilen insanlar o grupları oluşturur. Yapılacak eylemlerin gerçek anlamda planlanmış olması ve farklı olması şart. Böylece bu faaliyetler sistemin çarklarını döndürmek adına benzin niteliğini bir kenara bırakıp çomak vaziyetine gelebilirler.

Ece Ulusum

1 Mayıs 2012 Salı

Benetton - Unhate: Misyon Pazarlama Yaratıcısı Oliviero Toscani


   Misyon Pazarlama tekniği, bir şirketin ya da markanın toplumsal bir konuyu görev edinmesi, savunduğu davasının olması, dünya için çaba göstermesi ve bunu marka stratejisinin özü olarak kabul etmesidir.“Yaratmak için bakışı değiştirmek yerine, kendine özgül bir saldırma noktası bulmak, ortaya bir görüş açısı çıkarmak, durup dinlenmeden kuralları değiştirmek, zorlukların çevresinden dolanmak ve kalıplara karşı savaşmak gerekir.” diyen Toscani bu seferde tepkileri Unhate reklam afişleri ile üzerine çekti.


  16 Kasım 2011 yılında başlatılan ve nefret kültürü ile mücadele etmek için hazırlanan kampanyada Benetton dünya liderlerinin öpüştüğü afişleri kullandı. Öpücük temasını sevgiyi sembolize ettiği için kullandığını söyleyen marka, siyaset, inanç ve fikirlerin zıt olmasına rağmen nefret içeriği dışında bir diyalog olması gerekir der. “Biz fiziksel, sosyal, politik ve ideolojik sınırların olmadığı açık ve aktif bir demokrasi için tüm dünya vatandaşlarına ulaşmayı hedefliyoruz.”

  Afişlerde Papa 16. Benedict ile Mısırlı İmam Ahmed Muhammed El Tayib, ABD Başbakanı Barack Obama ile Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Benjamin Netanyahu, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Almanya Başbakanı Angela Merken, Kuzey Kore Lideri Kim Jong ile Güney Kore Cumhurbaşkanı Lee Myang Bak’ın öpüştüklerini görüyoruz.

  Bu Unhate Vakfı ve Benetton iş birliği ile yapılan reklamın hoş görülmesinin çok güç olmasına rağmen fotoğraflar 120 ülkede yayınlandı. Benetton Grubu Başkanı Alessandro Benetton: “ Küresel aşk, her ne kadar hala ütopya ise de nefret kültürü ile mücadele etmek iddialı, ancak bir o kadar da gerçek bir hedef.” diyerek, tepkileri azaltmak istedi. Fakat Vatikan, “kabul edilemez!” restini çekince Papa ve İmam’ın olduğu afişi kullanmayacaklarını açıkladılar. Ardından da Beyaz Saray’dan da tepki geldi.

  Benetton tepki görmeyi göze aldı çünkü özellikle de sosyal medya sayesinde çok fazla duyulacağını ve akılda kalacağını biliyordu. Toscani’nin geçmişteki reklam fotoğrafları markaya bu özgüveni vermişti. Kampanyanın “unhate.benetton.com” sitesi, Benetton’un şimdiye kadar ki en yüksek tıklanma sayısına ulaştı.

  Bireysel olarak Toscani ve marka olarak Benetton’un böyle işlerin altında uzun zamandır imzası olmasına rağmen, Unhate şimdikileri arasında en iddialısı denebilir. Toscani eleştiriye alışık olmasına rağmen çok zor durumda kalabilirdi çünkü bu küreselden ulusal bir indirgemeye uğramış reklamdır. Fotoğrafçı olarak işini yapmış olması Toscani’yi bu işten sıyırabilirdi elbette ama dünya çapında bir tepki ile Benetton tüketici boykotu ile maddi anlamda darbe alabilirdi.Belli ki markaya olan inanç ve misyon pazarlama tekniği işe yaradı ve Benetton milyonlarca kişiye ulaştı, hem reklamını gösterdi hem de nefret kültürü ile mücadele vakfını dünyaya tanıttı.

  Toscani ve Benetton iş birliğinde yapılan diğer reklam afişleri de çarpıcı ve iddialı olmasına rağmen bir topluluk bir grup tam anlamıyla işaret edilmemişti, özellikle de bir uluslararası düzeyde bir ikon seçilmemişti. Ama Unhate reklamlarında birbirleri ile çekişmeli ve zıt olan küresel anlamda lider olan kişiler kullanıldı. Toscani’nin yaratıcı zekası ve Benetton’un kendine has duruşu ile kampanya büyük başarıya ulaştı; “stratejik etkileşimcilik”.

  Oliviero Toscani iş hayatı boyunca unique ve şok etkisi yaratan reklam fotoğrafları ile dünyada tanınan biri olmuştur. Sosyal mesaj içerikli fotoğraflarını reklamlarında yayınlamayı gözü kapalı kabul eden Benetton markası Toscani ile özdeşleşmiştir. Ve Benetton’un uluslararası bir marka haline gelmesinin nedeni, Toscani’nin küresel anlamda insanları ilgilendiren sorunları konsept edinmesidir.

  Ancak Toscani kitabında reklam için “ tapındırma suçu” gibi sözler kullanmış, farklı bir tarzı da olsa dediği ile paradoks içinde gibi görünmektedir. Kapitalist sistemin misyon pazarlama tekniği ile kendini sürekli yenilemesi, tüketime teşvik etmesi söz konusudur.

  Ünlü fotoğrafçının yaratıcılığı ve “farkına var” mesajlı fotoğrafları kendisini reklamcılıkta unutulmayacak bir ikon haline getirmiştir. Fotoğraflarını gören kişi ismisiz olsa bile Toscani’ye ait olduğunu anlayacak kıvama gelmiştir. Oliviero Toscani, reklam aracılığı ile kitle iletişim araçlarını toplumun kendisi ile yüzleşmesini sağlamak için kullanır. Ve bugüne dek Benetton’da yaptığı reklam fotoğrafları arasında en iyilerinden “Unhate”’dir

Ece Ulusum

Acımasız Dünya Sendromu Ustası Amerika


 Propaganda ve ikna yöntemlerinde en çok başvurulan yol korkutmadır. Korkan birey ya da toplum birilerine güvenmeyi gerekli gördüğü gibi tedirgin sürdüğü hayatında olabildiğince savunma diler. Bunun farkında olup balını yiyen Amerika uzun yıllardır korku yöntemiyle çarklarını döndürmektedir.

   Özgürlüklerin ülkesi Amerika'nın tarihçesine bakıldığında hegemonyasını ve global silah pazarını kaybetmemek için deniz aşırı ülkelerde öldürdüğü milyonlarca insanlar ve yaşattığı acılar yetmediği gibi kendi vatandaşlarını da kendileri arasında bir kaos ortamına itiyor. Güçlü silah satan fakat kendilerine savunma şirketi adını veren Amerikan şirketlerinin ülke içi satışları günden güne artıyor. Güvenlik şirketlerinin de artış gösteren cirosu en çok kazananlar arasında isimlerini yazdırıyor. Devlet silah ruhsatı alımını olabildiğince kolaylaştırdı ve hatta silahlar promosyon olarak alınabilir hale getirildi. Korkulu Amerikan vatandaşlarının zorunlu ihtiyacı haline gelen silah,  alışveriş listelerinde yerini aldı.

   Peki bu korku insanlara nasıl yerleşti?
Bu yanıtı da çok uzakta aranması saçma olurdu; medya... Ana haber bültenlerinde yılda suç oranının %20'ye kadar düşüyor olmasına rağmen yayınlanan cinayet  haberleri %140 artış gösteriyor. Haberlerin alt metni olan, "dışarıda bunlar oluyor, haline şükret ve dikkatli ol" uyarısı insanlara birbirlerine güvenmemeyi ve "savunma alışverişine" çıkmayı tembihliyor. 11 Eylül olayı sonrasında gerçekleri bilmeyen Amerika'da yaşan insanlar yeterince korktu ve artık her denilene inanmaya hazır kıvama geldi. Medya olayları korkunç ve uzun süre yineleyerek gösteriyor. Polisiye dizi ve reality programları tavan yapıyor.

   Michael Moore'un Bowling for Columbine adlı belgeselinde net bir şekilde Amerika ve Kanadayı kıyaslıyor. Kanada'da da silah alım satımın çok olmasına rağmen insanlar kapılarını kilitlemiyorlar ve  işlenen cinayet sayısı yılda 60 hatta daha düşük. Fakat cinayeti işleyenlerin bir kısmı da Kanadalı değil. Amerika'da ise yılda işlenen cinayet sayısı 11 bini geçiyor. Moore Kanada'nın ana haber bültenlerine baktığında fazla sıkıcı ve hiç aksiyon olmadığını görüyor. İlginç bir durum öyle değil mi?

   Sosyal darwinizm  sindirilmiş Amerikalı insanlara acımasız dünya sendromu dayatılıyor. Büyük paralar kazanan silah şirketlerinin insan hayatına verdiği değeri, unutun gitsin. Özgürsün Amerika, insanları katletmekte ve gerçeklerini halının altına süpürmekte özgürsün!

Ece Ulusum

Kapitalizmin Rtük Karşısındaki Zaferi


   Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)'nun almış olduğu karara göre televizyon ekranlarında sigara içki vb. "zararlı davranışlara özendirecek" nesne veya eylemlerin gösterilmesi ancak sansürlenerek, sansürlenemiyorsa da o sahne kesilerek yayınlanması mümkündür.

   Mozaikleme ya da "çiçeklendirme" yoluyla yapılan sansür televizyon izleyici kesimi arasında da tartışamalara yol açtı.  Bir taraf dedi 'sansüre gerek yok içinde varsa zaten yapar.' diğer tarafsa 'olmaz efendi, böyle sahneler çocuklarımızın hayran olduğu kişilerin yaptıklarına özendiricidir. sansür şart.' dedi. Her iki tarafında televizyon izlemekten vazgeçmek gibi bir niyeti yok elbette...

   Fakat yeni yeni bir kaç dizi göstergebilimin büyüsünü çözmüş bulunmakta. İletişim bilimlerinde Charles Sanders Pierce'nin üçlü sistemli modelinin bir kaç öğesi alınmış ve kodlamalarla üstü örtülü mesajı hedef kitleye dolaylı yoldan ama aynı kanaldan ulaştırmayı başarıyor. Mesajın geri dönüşümü direk gösterilenden ya da sansürle engelenen görüntüye oranla, aklın bir "decoder" vazifesi ile hayal gücününde yardımıyla daha kalıcı ve etkili olmasını sağlıyor.

   Günümüzde televizyonda sigara içen birini görmek mümkün değil, biliyorsunuz. Sigaranın mozaikleme dışındaki sansürlenişinin çiçeklendirilme olduğunu da görmüşsünüzdür. Yalan Dünya adlı dizide barda eğlenen adam masada duran papatya demetini sigara içermiş gibi dudaklarına götürüyor, nefesini içine çekiyor ve sonra da veriyor.  İzleyici "sansür çiçeğine"  yapılan göndermeyi çözdüğü an, zihninde adamın elindeki bir papatya demeti sigaraya dönüşüyor. Komik kısmı gerçekle buluşunca sona eren ve artık sahnede izleyicinin gördüğü : Adam bu sahnede sigara içiyor.

  Örneklerinin çeşitlendirilmişlerini devlet tekelinde bulunan kanalda yayınlanan Leyla ile Mecnun dizisinde de görebiliriz. Sigarayı bırakmak isteyenlerin en içli dışlı olduğu sakız, dizide sigara içmek yerine kullanılıyor. Rakı içmek yerine bilindik hammaddelerinden olan üzüm, bira içmek yerine de gazete kağıdına sarılmış kutu içecek klişesi kullanılıyor.

   Eğlence yoluyla verilen kodlamalar hem akılda kalıcı hem de daha etkilidir. RTÜK otoritesi farkında olunmaksızın çiğneniyor ve koyduğu kural kapitalizme bir ödüllendirme niteliğinde oluyor. Kapitalist sistemde alkol ve tütün ürünleri kârı düşmeyen sadık çarklarındandır, bunun işlerliğinin azalmasına göz yummasını beklemiyordunuz ya?..

Ece Ulusum

1960 - 1970 Türk Sineması'nın Genel Analizi : Yeşilçam'ın Sektöre Mağlubiyeti


1960 ve 1870 yıllarında dönemin ekonomik politikaları ve pazar mekanizmalarının işleyişiyle sinema sektörü büyüyerek kâr getiren en iyi girişimlerden biri oldu. Türkiye'de kısa sürede bunun farkında vardı ve "Yeşilçam" kalıbı tam anlamıyla var oldu. Türkiye'de, Amerika, Hindistan, Japonya, SSCB/ Rusya gibi yılda nerdeyse üç yüz film yaparak dönemde dünyanın en çok film yapan ülkeleri arasına girdi.

Sanatsal anlamda ilgili izleyicileri tatmin etmeyen Türk filmlerine genel bir isimde konuldu; "halk sineması". Böylece izleyici  yerli filmlerini yakın takibe alarak boş vaktini ya eğlenerek ya da ağlayarak geçirmeye başladı. İnsanları çeken en önemli unsur ise popüler kültürün balını çok yediği voyorizmin (röntgencilik) karşı gelinemez cazibesidir. Bu filmler "ötekilerin" yaşamlarına karşı duyulan merakı doyurur.

Popüler yerli filmlerin ana teması kadere boyun eğmektir. Fedakârlık, sadakat, cesaret ve dürüstlük filmde yer alan vazgeçilmez değer unsurlarıdır. Ve her filmin sonunda elde ettiğimiz çarpıcı  sonuç ise, "mutluluk para da değil aşktadır.". Bu nedenle Türk filmleri ne toplumsal gerekliliği yansıtan araç ne de bir dünya görüşü olarak asla ele alınamaz. Abartılı oyunculuklar ve duygusal çatışmalarla şişirilmiş bu filmlerde öyküler aynıdır fakat söylemler farklıdır. Bunun farkında olan seyirci henüz izlemeden filmin afişi, adı, oyuncusundan  ne olacağını kafasında oluşturur.Yani ne izleyeceklerini bilir ama merak teşvikiyle bu sefer "nasıl" gerçekleşecek sorusuna yanıt almak adına yine izlerler.

Tamamen apolitikleştirilmek istenen bir dönem denebilir ki, 60lı ve 70li yıllardaki sinemada bundan nasibini almıştır. Sınıfsal çatışmaları yumuşatmak için filmlerde zengin sınıfında olmak olumsuzlanırken yoksul sınıf mutludur. Çünkü mutluluğun "sevgiden" geldiğini anlamış bunu uygulamayı başarmıştır.

Ayrıca bu filmerdeki karakterlerin kimliğine ve geçmişine ilişkin bilgi çok az verilir ki gerekmedikçede verilmez. Yalnızca iyi - kötü, zengin - fakir gibi kalıplaşmış sıfatlarla oluşurlar. Böylece de Türk filmleri tarihsel ve toplumsan bağlamdan yoksun olur. Yerli filmlerde yeni talepler törpülenir, yaşanan gerginlikler olağanlaştırılır. Yoksulluk, gelenek ve kadının fedakârlığı "güzellemelerine" sığınarak fark ettirmeden izleyicisine kendisini inandırır. Anlatılanların kurmaca dünyalarında yaşananı sorgulayarak tartışmak yerine, yinelenerek alıştırılmış olanlar verirlir.

1960 ve 1970 yıllarının Türk sineması kalıplaşmış değer yargıları, aile ve aile kurma çabaları, merak ve de özdeşleştirme duyguları üzerine var olurken karşısına yepyeni bir icat gelir: Televizyon. Yeşilçam kısa sürede televizyona yenik düştü, "halk sineması"nın yerini prime time'lar aldı. Yüz yılın son çeyreğinde bir çok ülkede sinema eski popülerliğini kaybetti ve yerini televizyona bırakmak zorunda kaldı. Fakat yılda üç yüz kadar film yapan Türk sinemasının seyircisini kısa sürede ve birden kaybetmesi, kültür endüstrisinin etkisinin ne denli etkili olduğunuda gösterir.


Ece Ulusum

İlluminati; Yeni Bir Reklam Mezesi...




   İlluminati örgütü ya da tarikatı artık nasıl demek isterseniz, bir zamanlar kurulmuştur ve de hala varlıklarını sürdürüyor olabilirler. Fakat sistem eskiden onların kontrolündeyse de  şimdi işler onların  kontrolünde değil.

   Peki illuminati birden nasıl herkesin iki çift laf edebileceği bir örgüt haline geldi?
Dan Brown'un kısmî fasaryalarla dolu kitabında söz etmesi, ardından da sinemaya aktarılışı büyük  ses getirdi. Özellikle de Melekler ve Şeytanlar romanında insanlara bilmedikleri ve merak duyacakları birşey sundu. Brown gizem ve mitlerle donatılmış konuşmalar yaptı, hatta Türkiye'de ana haber bültenine çıkacak kadar mühim bir iş yaptı.(!) Her kafadan ortaya atılan sansasyoneller sayesinde illuminati daha çok gündeme getirildi ve ardından herkesin duyacağı kıvamda sunulmaya başlandı. Gerçekte var  olduğuna inanan kişilerin, televizyon ve sinemadaki illuminati sembolleri ile "açıkça" karşılaşması gibi durumlarla merak ve ilgisi daha da alevlendi. İlluminati sembolünü bir yerlerde bulmak ve internette paylaşmak artık  bulmaca çözmek gibi bir hobi haline geldi.

   Reklamcıların bunu farketmesi  ve kendi çıkarları adına kullanması uzun sürmedi. Kasıtlı olarak reklamlarda, film ya da çizgi filmlerde İlluminati'nin sembolünü kısa sürede yerleştirip ilgi çekmeyi başardılar.  Böylece reklam filmlerinde kullandıkları meşhur göz ve üçgen onlara sansasyonelle kavuşturulmuş ün getiriyordu. Metalarını ilginç bir şekilde tanıtmanın ve de televizyondan uzak kişileri bile haberdar edip kandırmanın yolu bulunmuştu. Sosyal medya da işlerini kolaylaştırıyor ve hız kazandırıyor. Hatta  artık sırf sağda solda duyduğu için üzerinde illuminati amblemi  var diye tişörtler satın alınmaya başlandı. Kitle kültüründe sürekli dönüp dolaşan illuminati sembolü kullanıldığı metanın adıyla anlatılmış  ve böylece de amacına hizmet etmiş oluyor.

Tüketici rolündeki bireyler sürekli reklamlarla uyarılmaya maruz kaldığı için artık duyarsızlaşmıştır ya da alışmıştır. Illuminati günümüzde sürekli önümze çıkan içi boşaltılıp yeni anlamlar yüklenen bir kavram haline geldi. Bu kavram yakında değerini tamamen kaybedecek ve böylece popüleritesini  yitirince reklamcılarda yeni ilgi çekme yöntemleriyle karşımıza çıkacak. Dünyayı yönettiği öne sürülen bir örgüt hatta gizli(!) örgüt, kültür endüstrisine meze oldu. Bu örgüt mevcutsa ki tartışılır, itibarı da böylece zedelenmiş oldu. Günden güne de eskitilen İlluminati sadece Che'nin basılı olduğu tişörtlerle aynı tezgahta görülmesi dışında insanların aklına bile gelmeyecek..

Ece Ulusum
02.02.2012