26 Ağustos 2014 Salı

Aklı bir karış havada stajyer

19 Ağustos 2013
İlk çıkan haberimin coşkusunu adam akıllı yaşayamadan gündem toplantısı hemen gelmişti. Konu bulmak için gece uykusuz kaldım ama yine de bulamadım. Konu bulmak ne biçim de zor!
Zırvalıklarla doldurmak zorunda kaldım sayfayı. Sabah toplantı masasında yine kendime yer bulamamıştım. Zaten ayakta kalmamın daha iyi olacağına inandırmaya başlamıştım kendimi. Çaylar geldi konuşmalar başladı. Aklım birden uçup gitti. Çünkü gözümü Nur Çintay'ın telefon kılıfından alamıyordum. Telefonunda kocaman mavi bir burun vardı. Kullanışlı olup olmadığını düşünürken Şengül Hn."Ece kimdi?" dedi ben muz kabuğuna basmış gibi ayıldım. Kendimi hatırlattıktan sonra kırmızı yanaklarım eşliğinde konularımı sundum. Bir kısmına yap dedi ve yine kara kara nasıl yapacağımı düşündüm.

Toplantıdan çıktıktan sonra bisikletle ilgili bir dosya konusu için Haşim İşcan Geçidi'ne gidecek adam aranıyordu. Fisun'a kaçamak gözle baktım ama anında yakalandım. Yanıma bir fotoğrafçı ayarlayacağını bugün gelmeme gerek olmadığını ama yarına yazının hazır olması gerektiğini anlattı. Ne olur ne olmaz diye de birkaç soru örneği yazdığı kağıdı da elime tutuşturdu. Dışarıya çıkıp gözlemlerimi ve duyduklarımı yazacağım bir haber olacaktı. Bu sefer istediği bilgiyi alamama korkusu başladı. Kendi blogum için insanlarla çatır çatır konuşuyordum ama bir kurum adına konuşmak öyle basit miydi?
Yanıma Deniz geldi. İleride çok seveceğimi bilmiyordum. Sürekli sorular soruyordu. Bense bir an eve gidip duş altında isyan etmek. Soruları ezberledikten sonra bir gazeteci havası takınmaya çalıştım. Çok acemiydim ve belli etmek istemiyordum. Tabii en bombasıysa ses kayıt cihazı almadan gitmiş olmamdı. Evin anahtarını yolda düşürsem bu kadar koymayacaktı. Ya Deniz "Vay salak" derse? Demedi. Destek çıktı.

Bisiklet satan abilerin yanına gittim bir soru eksik sorsam Deniz adamların fotoğrafını çektikten sonra hemen aklına gelenleri soruyordu. Not alırken unutmamam için tekrarlıyordu. O an Deniz'i dünyanın en iyi kadını olarak ilan etmek istedim. Tüm notlarım tamamdı. Eve gitmeden önce kafa dağıtmak için gezdim. Çimenlerde mısır yedim. Keyif yaparken haber aklımdan tamamen çıkmıştı. Eve gittim ama gözlerim isyan etti ve ben de bastıramadım.

Kimse gelmeden önce gazeteye gittim sabah. Benden istedikleri bir karışlık yazıydı ben bir sayfaya yakın yazmıştım. Nereyi silsem bir bilgi eksik gibi geliyordu. Böyle havalı anlattığıma bakmayın teslim etmem yine öğle saatlerini buldu. Fisun teşekkür etti ve dikkat etmem gereken noktaları söyledi. O çok önemli şeyler söylüyordu ama ben üzerindeki siyah tulumun üzerindeki çengelli iğneye bakmadan edemiyordum. Gazetede dekolte yasak mıydı? Ailesiyle oturuyordu da annesi mi zorla taktı? Kıskanç bir sevgilisi mi vardı yoksa... "Tamam mı Ececim? Anlaştık değil mi?" dediğini duydum sadece ve lazer ışığını takip eden kediler gibi kafa salladım. Olkan beye abi demeye başlamıştım. Beni Ümit Besen'in kardeşinin büfesi Zeynep'e götürüp sürekli önemli şeyler anlatıyordu. Benim önemsemediğim bir konuyu bile öyle anlatıyordu ki birazdan Magna Carta'yı cüzdanının büyük gözünden çıkaracak gibi hissediyordum.

Yukarı çıktık. Moda editörü Ayşe derin yırtmaçlı elbisesiyle dolaştığında çengelli iğnenin gazeteyle alakası olmadığını anladım. Bir konuşma sırasında ailesiyle oturmadığını da çözdüm. Boş adamların yaptığı işleri yapıyordum anlayacağınız. Fırat bana sürekli kısa haber veriyordu. Sürekli tatlı bir fırça atıyordu. Haksız sayılmazdı. Kısa haberi iki saatte yazıyordum. Okula nasıl sövdüğümü bilemezsiniz! Günler endişe ve eğlence arasında gidip gelerek geçiyordu.

Benim bir sayfa yazdığım haberi sorarsanız.
GELENEKSEL ADRES: HAŞİM İŞCAN GEÇİDİ
İstanbul'da, içinden geçerken özellikle küçük çocukların iç geçirdiği bir geçit var: Haşim İşcan Geçidi. Yıllardır birçok farklı renk ve modelde bisikletin satıldığı bu geçit, 1972'den önce otomobil parçalarının satıldığı bir yermiş. Bu geçit artık 'Bisikletçiler Çarşısı' olarak biliniyor ve İstanbul'da bisiklet almak isteyenlerin aklına gelen ilk yer olarak dikkat çekiyor. Recep Kılıç, Saraçhane'deki bisiklet satıcılarının oluşturduğu derneğin başkanı ve 30 yıldır bu geçitte bisiklet satıyor. Geçidin avantajlı yanları olduğunu anlatan Kılıç "Buraya gelen müşteriler istedikleri kadar bisikleti deneyebiliyor ve montajlı olarak evlerine götürüyor. Herkesin cebine uygun seçenekler ve samimiyet var burada," diyor. Tabii bu geçidin birçok avantajı var. Mesela Haşim İşcan Geçidi'nden bisiklet alanlar, aksesuvarları da ek ücret ödemeden edinebiliyor. Üstelik burada ikinci el bisikletlerde satılıyor.
--

HABERİN LİNKİ
http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2013/08/24/turkiye-bisikleti-yeniden-kesfetti

25 Ağustos 2014 Pazartesi

İlk haber ve perde arkası

Stajımın en heyecanlı günlerinden biriydi. Beyaz Saray'daki oval masa bizim toplantı masasından daha eğlenceli geliyordu kulağa. 12 Ağustos 2013, önerilerimi sunacağım ilk gündem toplantısı gerçekleşecek. Gündem toplantısında herkes önerilerini bir kağıda yazıyor ve dağıtıyor. Böylece beyin fırtınası oluyor.
Üç önerim vardı, çok zavallıca geliyordu. Sırayla herkes aklındakileri anlatıyordu.

Afallamadan edemedim, nasıl da buluyordu insanlar bu konuları. Köyden şehre inmiş gibi davranıyordum. Buranın yabanisi olmuştum, en azından ben öyle hissediyordum. Bana oturacak bir yer kalmayınca ayakta kalmıştım üstelik. Şengül Hn. "Otursana kızım" dedi dolu sandalyelere göz gezdirerek. Ben de birden "Ama stajyerim" deyiverdim. Bir kahkaha patladı, tozlu halıfleksin altına biri beni süpürse de kurtulsam diye dua etmeye başladım.Olmadığı gibi bu tedirginlik içinde sıra bana gelmişti. Konuşmadan önce yüzüme ocağın üzerindeki demlikten saatlerce buhar gelmiş gibi kıpkırmızı olmuş ve sesim titremeye başlamıştı. Bu hallerim onların bir teline dokunuyordu ki bana gülümsüyorlardı destek olmak için. Şimdi düşünüyorum da bu kadar endişelenmemin altında kocaman bir cahillik yatıyormuş. Olsun varsın.

Sırf günü geçiştirmek için sunduğum önerilerden biri kabul edilmişti ve ben ne yapacağımı Allah beni kahretsin ki bilmiyordum. Dünyadaki blog haritası hakkında bir kitap elimdeydi ve bundan haber çıkarmam gerekti. Okulda öğrendiğim bütün haber yazma normları zaten çöpe atılmışken nasıl bir yol izleyeceğimi bilemiyordum. Yeşim biraz bilgilendirdi beni. Sonra kitabın yazarına ulaşmaya çalıştım ki hiç vakti olmadığını söyledi. Sonrasında birçok haber yaptık kendisiyle... Okuldan bir hocama danıştım hemen. O da bir blogger'ın numarasını verdi ve görüş alabileceğimi söyledi. Görüş alındı, habere uygun fotoğraf bulundu ve elimde bir de kitap vardı.

Ortalama düzeyde bir şeyler yazıp bırakmıştım Yeşim'in önüne. Birden hatalarımın altını çizmeye başladı ve usul usul anlatmaya. Ne yazık ki çizgilerden yazım görünmez hale gelmişti. Tekrar oturup yazdım. Bir haberi teslim etmem iki gün sürdü. En zor kısmı da spot kısmıydı. Önemli olan neydi? Kitaptan alıntılarla bir tez mantığında yazdım. Bu seferde çok makale tarzında oldu dediler ve yine yazmaya koyuldum.Bu sefer ürkekçe yaklaştım ve masaya yazımı usulca bıraktım. Yeşim gülümsedi hiç bakmadan aldı yazımı. Hızlı bir dokunuşla adam etti yazıyı ve sayfa yapıldı.

İlk kez benim ismimle bir haber yayımlanacak. Çok korktum. Yanlış yapmış olabilirdim, kitlesel bir eleştire maruz kalabilirdim ya da arkadaşlarım "Bu ne?!" deyip beni sözleriyle dövebilirdi. Abarttım da abarttım. Birkaç aferin almıştım çay kahve servisi dışında bir işe yaramıştım. Babaannem, amcam ve babam ne biçimde heyecanlandı. Hemen aldılar gazeteyi ve beşten fazla kez okudular. Neden böyle bir coşku yaşadıklarını algılayamadım. Üstelik hafta bitmiş ve yeni öneri bulamamıştım. Stajyer olmak nasıl da zordu!


HABER:
18.08.2013

BAŞLIK: İnternette blog trafiği
SPOT: ABD aile albümlerini paylaşıyor, Japonya teknolojisini anlatıyor, Türkiye ise yeteneklerini gösteriyor. Dünyadaki internet trafiğinin büyük bölümünü oluşturan bloglar her ülkede farklı
ECE ULUSUM

1999'da ortaya çıkan bloglar dünyada yeni bir kültür oluşturdu. Birkaç dakikada yapılan bloglarda kimi bilgisini, kimi günlüklerini kimi de yeteneklerini paylaşıyor. Her ülkenin kendisine göre bir blog âlemi var. Türkiye'de ise blogların içerikleri görüş bildirmekten çok bloggerların yeteneklerini sergilemeye dayalı. Türkiye'deki bloggerların eğilimi, uzunca bir konuyu ele almak yerine anlık durum ve deneyimi paylaşmak yönünde. Bu anlık paylaşım stiline 'mikroblog' adı veriliyor. Soda Medya'nın sahibi Özgür Poyrazoğlu hem blog yazarı hem de sıkı bir blog takipçisi. Güncelliğin önemini vurgulayan Poyrazoğlu "Türkiye'deki bloglar günlük yaşam telaşı içinde güncel olamıyor. Bir dönem çok takip edilen blogların yerlerini bu nedenle yeni jenerasyon 'mikrobloglar' almaya başladı," diyor. Türkiye'deki yetenekli bloggerların paylaşım içeriklerinde ilk sıralarda güncel olarak moda ve tasarım, edebiyat ve teknoloji var.

HOBİ OLARAK BAŞLIYOR 
Blog dünyası ile ilgili araştırma yapan İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Dr. Didem Sezen "Türkiye'de blog yazarlarının üretimi ve onların takipçileri, internet trafiğinin önemli kısmını oluşturuyor," diyor. Blogların kendini sergilemede de işe yaradığını belirten Sezen'e göre: "Blog yazılarına hobi olarak başlayıp daha sºonra geniş takipçi sayılarına ulaşıp ünlenen yazarlar da var. Bu yazarlar arasında bloglarını bir başka mecraya, basılı kitaba uyarlayanların sayısı hiç de az değil. PuCCa, Pink Freud, samihazinses, Blogcu Anne bu alanda akla ilk gelenler."

DİĞER ÜLKELERDE DURUM NEDİR?
Çin
Bloglar bu kalabalık ülkede sık sık dizginleniyor. Çin uzmanı Martin Hala'nın açıklamasına göre Çin'de bloglar ve internet siteleri toplumun yaşam tarzını etkiliyor. Reklam gelirlerinden büyük pay alan bloglar televizyonun yerini almaya başlıyor. Ülkede blog kullanıcıları kadar blog karşıtı olanlar da var.
Fransa
Bloglara çok düşkün olan Fransızlar, blogları kafe kültüründeki entelektüel tartışmaları devam ettirmek için kullanıyor. Yüzyıllar boyunca süren Fransız entelektüel tartışmaları salonlardan dijital ortama bloglar sayesinde taşınmış oldu. Fransa'da 3 milyon blogger var. Bunların etkili bir kısmı da ev kadınlarından oluşuyor.
Yunanistan
10 milyonu aşkın nüfusu olan komşuda 132 bin blog var görünüyor olsa da yalnızca 5 bin 500 tanesi aktif. Yapılan bir araştırma Yunan kadınlarının bloglara ilgisinin az olduğunu ortaya koydu. Kullanıcıların neredeyse tamamı 30'lu yaşlarda üniversite eğitimli erkeklerden oluşuyor.
Brezilya
Güney Amerika'nın bloglara en düşkün ülkesi Brezilya. Din ve politika içerikli blogların sayısı hayli fazla. Ülkedeki vatandaşların nabzını yoklamak için toplumsal bir laboratuvar görevi gören blogları, devlet adamları ve siyasetçiler de keşfetmiş durumda.
ABD
ABD, blogların doğup büyüdüğü ülke. Özellikle aile albümleri ve günlüklerini bloglarında paylaşan Amerikalılar aktif kullanıcılar. Her alanda bloglar olmasına rağmen ekonomi ve siyaset içerikli blogların sayısı fazla ve diğer ülkeler tarafından da sıkı bir şekilde takip ediliyor.
İran
İran en zengin blog kültürüne sahip ülkelerinden biri. Rejim baskısı ve toplumsal tabular nedeniyle eleştiriler blog âlemine taşındı. Sürekli güncellenen, 60 bini aşkın blogun birçok dil seçeneği var. İnternet polisleri blogları kanunlar doğrultusunda sürekli denetliyor.
Almanya
Almanya'daki popüler bloglar ancak birkaç bin ziyaretçiye sahip. Blogların güvenilirliğinden şüphelenen Almanlar, önyargılarından dolayı yalnızca tüketim ve çevre ile ilgili blogları takip ediyor. Almanya'nın en çok ziyaret edilen blogları ise medya eleştirisi yapanlar.
Japonya
Japon blogları tüketici ve teknoloji içerikleri ile tüm dünyanın takip ettiği bir içeriğe sahip. Kullanıcıların yüzde 80'i blogları mutlaka her gün ziyaret ediyor. Yapılan bir araştırmaya göre ay boyunca bir kullanıcı 62,6 dakikasını blog içeriklerini okuyarak geçiriyor.

LİNK
http://www.sabah.com.tr/Pazar/2013/08/18/internette-blog-trafigi

24 Ağustos 2014 Pazar

Okuduğun mesleği yapabilirsin

İşin aslı blogumda bundan böyle farlı bir konsept izleyeceğim. Bu yüzden eleştirilebilirim ki gerçekten umursamayacak kadar sıkıldım...

2013 Temmuz'unda öğrendim ki okulu bitirmem için zorunlu dış staj yapmam gerekiyor. Yüksek lisans ve akademik hayallerim için en zor aşamalardan biriydi çünkü basın sektörünü eleştirmeye bayılıyordum ki hâlâ öyle. Bir süre naylon staj arasam da el mahkum gerçek bir staj yapmaya karar verdim. 30 gün kahve taşımak yerine yapacak çok işim olduğuna kendimden başkasını ikna edemiyordum zira.
Sabah 'ta ayarlanan staj için gün sayıyordum. Endişeliydim. Üstelik dangozca ve de ukalaca beni kültür sanata vermeleri gerektiğini söyledim. Kesin yıpranacaktım...
Yanılmamıştım çünkü stajımın ilk günü Şengül Hn. yüzüme bile pek bakmadan konuşmayı tercih etti ve beni Olkan Bey'e teslim etti. Sürekli evlilik yüzüğünü parmağından çıkarıp oynayan adamdan hemencecik gözüm korkmuştu. Yanına oturttuğu gibi plastik sanattan resme uzanan sözlü sınava tabi tutulmuş ve oracıkta masaüstündeki çöp kutusuna girmek istemişim. Olmadı. Üstelik ilk günümde gazeteden 23:00'te çıkabilmiştim.
Ekipteki herkes hoşgeldin gülümsemelerini eksik etmedi ama ülkenin gergin dönemleri onlara fazlasıyla yansımıştı. Kendime bir bilgisayar buldum. Ne yapsam bilemedim, kendimi işe yaramaz hissediyordum. Öğle yemeği saatinde kendi başıma kaldığımda Damla beni davet etti ama en yakın arkadaşım da aynı yerde staj yaptığı için onunla gitmemiştim. Yemeğe çıktığımda Dilek'e tüm korkularımdan söz ettim ve o kendi servisindeki insanların organik bal tadında olduğunu söyleyince şansıma bir kaç atıfta bulunmadım değil. Karar aldım, gazeteye olabildiğince gitmeden bu stajı atlatmalıydım...

Neredeyse öyle oldu. Kimi zaman bahanelerle kimi zaman da gerçeklerle stajımın iki haftasını erkenden çıkarak geçirdim. Çay getirme işlerini Olkan Bey'in isteği üzerine Fırat öğretti. Saat 18:00'den sonra bedava çay kahve ekibin çok hoşuna gidiyordu. Benim de öyle denebilir. Çünkü çay servisinden sonra kimse bana dokunmuyordu. Son iki hafta "Stajyer bir şey yapmıyor" denilince gündem toplantısına birkaç madde yazdım, sırf katılmış olmak için. Sunduğum haberleri anlatırken yanaklarım kıpkırmızı oluyordu, onlara göre saçmalıyor olabilirdim. Bloglarla ilgili bir haberi kabul ettiklerinde nasıl pişman oldum bilemezsiniz. Amacım sadece bir şeyler yapıyormuş gibi görünmekti.
İlk haberde anlayışlı olurlar demiştim ama binlerce kişinin okuyacağı haberi sallabaş yapamazlardı ya...
Çay servisinde ustalaşmaya başladığım için ve önerdiğim haberleri hızlı teslim ettiğim için sevilmiştim. Sevilmek dediğim artık adımı biliyorlardı, fazlası değil.
Birkaç çeviri ve üç dört haberi zorunluluktan sıyrılmış, yeni şeyler öğrenme güdüsüyle yapmaya başlamıştım. Durmadan okuyordum. Aklıma ne gelirse o anda sunuyordum. En korkuncu Şengül Hn. haberimin son halini okuduğu andı ki Yeşim'in okuduktan sonra pek mesele olmuyordu. Kimi zaman öğle yemeklerinde eve gidip bir saat müzik dinliyor öyle geri geliyordum. Son günlerde Damla ile yemeğe çıkmaya ve işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmeye başlamıştım.

Stajımın son haftasında Necla Hn. yanına oturmuş birden bire neler yaptığımdan söz eder olmuştum. Onu işlerimden daha çok etkileyense İnsan Müzesi blogum oldu. Bu blogun işime yarayacağından habersizdim. İşler tıkırında gidiyordu. Stajımın son gününde buruk mu desem yoksa hayal kırıklığı mı desem bilemedim ama bir hâlde oturup gazeteleri okuyordum. Buruk olmamın sebebi gazeteye hızlı alışmış olmam ve gerçekten diğer stajyerler gibi gelip geçici olduğumu anlamamdı. Fark yaratamadığım gibi iz de bırakamamıştım. Yeşim rüyasında benim için mutlu haberler aldığını söylese de rüyaya inanmak bana göre değildi.
Tam bunları düşünürken arkamda sert bir ses. Sesi her zaman sert ama gözleri içtenliğini ele verir Şengül Hanımın. "Bu işi yapmak istiyor musun?" dedi. Ben afalladım, sadece kafa salladım. "Senin için yukarısıyla görüştüm. Ne olur bilmiyorum ama. Belki telifli alırlar belki de başka türlü, haberin olsun" deyip omzuma babacan bir tavırla vurup gitti. Yeşim'e döndüm gülüyordu. Nasıl başardığımı bilmediğim bir zaferin kutlamasını gülücüklerle yapıyordum.
Yüksek lisans hayallerim bir dersten kalmamla suya düşmüştü ve neden okuduğum işi denemeyeyimdi ki?
Bir hafta telefonumun sesini kısmadım. Her zil sesini duyduğumda telefona atlıyordum. Ümidimi kaybettiğim gün babaannemdeydim. Artık olmayacağını anladığımı bu nedenle de telefonun sesini her zamanki gibi sessize alabileceğimi söylüyordum. Benim kaderim seviyor ya olayları Türk filmi tadında yaşatmaya. Telefon tam elimdeyken çaldı. Tanımadığım bir numara. Açtım "Ben Turkuvaz Medya İK Hayriye...." dedi ve iki gün sonra görüşmeye çağırdı. Telefonu kapattığımda balkonda kahkahalar atıyordum. Birçok iş yapmama rağmen bu az çaba sarfedip çok büyük ödüllendirildiğim bir işti. İnanamıyorumdu, falandı ve filandı.
Görüşmeye gittim, çok gergindi. Anlayamadığım sorular soruldu; "Neden İngilizce öğrendin?, Odan var mı?"...

Görüşmeden bir hafta sonra altı aylık yarı kadrolu olarak işe başladım.Ve altı ay sonra da tam kadrolu muhabir olarak yoluma devam ettim. Ekibe dahil olduğumdan bu yana çok insan ayrıldı ve iyi kötü birçok olay oldu. Ekibimi önce dahil olmama müsaade ettikleri için sonra da her birinden ayrı bir telde şarkı öğrendiğim için çok sevdim. Her gittiğim yerde mutlu eklerden söz ettim. Gazetecilerin iş çeviren ve dedikoducu insanlar olduğunu söyleyenlere sabah kahvaltılarımızı anlattım. Kimi zaman hepsine sarılmak istedim. Benim uçuk olduğumu düşünüyorlardı, haksız değillerdi. Ama ne güzellerdi.

Güzel iş.
Şanslısın diyenlere katılıyorum ama zaman geçtikçe her güzelliği son kullanma tarihi mi geçiyor nedir?