2 Kasım 2012 Cuma

Ulusulararası Suç ve Ceza Film Festivali: Erkekler Suçlu!



  Geçen ay ikincisi düzenlenen Uluslararası Suç ve Ceza Film Festival'indeki panellerde dikkat ettiğim şey sürekli erkeklerin içgüdüsel olarak güç sahibi olduklarında, kadınları ezmesinden başka hiç bir şeyden söz etmeyerek erkekleri farkında olmaksızın ötekileştirmekti. Zeki kadınlar ve beyler, hukukçular, bilim insanları, medya ve önemli sanatçılar vardı; Türkan Şoray, Zeki Demirkubuz ve Selim İleri gibi.
Sorular soran kişilerde söz ettiğim gibi erkekleri suçlayıcı nitelikte davrandı. Bir bayan olarak ben. " Objektif davrandığımıza inanmıyorum. Kadınlarda güçlü statü elde edince erkekleri ötekileştirmiyor mu? Kadına işlenen suç diyorsunuz ama bu suçun tek taraflı mı işlendiğini düşünüyorsunuz anlamadım. Diyeceksiniz ki erkekler bunu başlattı. Bu paneller çözüm için yapılıyor, biz kadınlar kendi içimizdeki güç savaşını bitirdik mi karşıdan bekliyoruz ya da ortak bir payda da buluşturuyoruz?"  dediğimde erkek katılımcıların alkışlaması kadınların bana suçlayıcı gözlerle bakmasının yanı sıra soruma cevap alamamam ilginçti. "Burada insan haklarını konuşuyoruz yalnızca kadınları değil" dediler. mikrofonu elimden almalarına rağmen : "iyi de panelin adı suç kadın olmak, ceza müebbet." dediğim de "vaktimiz yok ."dediler, benden sonra 3 kişi daha konuştu...

   Panel sona erdiğinde 4 avukat , evet hepsi bey, beni tebrik ederek hislerimize tercüman oldunuz, teşekkürler  dediler. Hollandalı olan avukat " sizin gibi cesur kadınlara ihtiyaç var!" dedi elimi heyecanla sıkarken. Bir beyefendi bana ajanda hediye etti, içinde telefonu yazan ve dipnotunda "her hangi bir hukuki süreçte bu gazeteci bayanın yanında olmaktan gurur duyarım" diye eklemiş. Belki onlar ataerkil anlamda tatmin edici sözlerimi kendilerince anlamlandırdılar ve ona göre tebrik ettiler. Aslında önemsiyorum diyemem, bayanlar bu panel kapsamında yeterince pohpohlandı çünkü.  Kadınların yaşadığı zorlukları ve şiddeti elbette biliyoruz da bu festivaldeki panellerin çoğunda erkeklerin statüleri ile kadınları ezdiklerinden söz ediyor. Daha kadınlar birbirini statüleri ile ezerken hem de!

   Sürekli kadının ezilmesini bir tarafından tutup ekonomik güç ve cahilliye getirdiler. Öyle şaşırtıcıdır ki panellerde beyefendi katılımcılardan bayanlara oranla daha mantıklı ve de somut örneklerle dolu konuşmalar duydum. Aslında erkeğin güçlü kadının ezilen taraf olması tamamen kanıksanmış bir yargıdır. Doğu illerimizde hala küçük yaşta evlendirilme, töre ve eğitimsizlik varken statülerin erkek kadın arasında savaş olmasını konuşmak bana şuan için erken geldi. Metropol şehirlerin sorunları elbette mevcut ama bunu o süslü paneller ile bilgili kişilerin yine bilgili kişilere anlatmasında ne kadar fayda olabilir.

   Uluslararası nitelikteki bu festivalin kısa filmleri ve de zeki hukukçuların tadına doyulmazdı. Ciddi anlamda rahatsız edici ve farkına vardırıcı konular işlendi.  Bir konu rahatsız ediyorsa insanı orada insanlığı dejenere eden bir sorun vardır. Ama çözüm noktasında insanoğlunun suçlu birileri bulup onun üzerinden çözüm yaratmaya çalışması tamamen hatadır.

İstanbul Üniversitesi ve Festival

    İstanbul Üniversitesi'ndeki  festivaller katılımcılar ve de teknik ekip anlamında çok iştahlandırıcı ve de gerçek anlamda faydalıdır. Bu yadırganamaz bir gerçek olabilir ama kötü olan nokta ise, festival hangi fakülteyi yakından ilgilendiriyorsa o fakültenin öğrencileri festivalde katılımcı oluyor. Suç ve Ceza festivali yalnızca hukuk öğrencilerine açıktı. Ben basın kontenjanından girmiş olmama rağmen diğer iletişim fakültesindeki  dostlarımın ya da bilgilenmek isteyen bir başka fakültedeki öğrenci dostumun da katılmasını istedim.

   Belki katılımcıların yoğunluğu nedeniyle sıkıntı olmaması istendiği için ya da bilir kişiler farklı sebeplerden böyle bir kural getirmiştir, bilemiyoruz. Okulda yaşadığımız bir çok sorunun olduğunu biliyoruz ama bunun da çözülmesi gerektiğine inanıyoruz iletişim fakültesi olarak.

Ece Ulusum

23 Eylül 2012 Pazar

Basın Fotoğrafçılığında Coşkun Aral Rüzgârı

     Bursa Fotofest 2012 nin ikinci gününe katıldım. Amacım öncelikli olarak Coşkun Aral'ın seminerine katılmaktı ve haklı çıktığıma sevindim. Bu keyifli günün önemini haber olarak uzun bir süre sonra yazdım. Umarım gazetecilik kimsenin gözünün korktuğu sıkıldığı yer olmaz bundan böyle. Şahsen gazetecilik okuyan ama ego savaşları içinde ezilen hevesimi ancak canlandırabildim.
Ayrıca ilgili olanlar için ses kaydındaki deşifrenin en mühim yerlerini de yazmak istedim. Kesinlikle okuduğunuz da Coşkun Aral'ı daha çok takdir edeceksinizdir.

Haber için:

http://ihaber.istanbul.edu.tr/medya/basin-fotografciliginda-coskun-aral-ruzgri-h504.html


Aral'ın seminerde anlattıklarının bir kısmı

Türkiye ve fotoğrafçılığı hakkında

"   Umarım Türk Basını böylesine değerlileri araştırır bulur ve bir sonraki dönemde yeni kuşaklara da aktarır. Bizden sonrakiler de Türkiye'de basın fotoğrafçılığının tepeden inme değil, bir takım insanların gayretleriyle olduklarını hissederler. "

   Benden önce aslında herşey belgelenmiş ama savaşlar devam ediyor, ne yazık ki ve bende belgeliyorum elimden geldikçe. Savaşları doğru aktarırsa insanlar sanırım o topraklarda savaş çıkmıyor. Bunda da önemli olan, başta fotoğraçılar gibi tarihi belgseleyen insanlar. Biz sanatçı değiliz, biz sanata kaynak olabilecek tarihi belgeleyen insanlarız."

"   Öylesine savaşlar yaşadım ki gariptir çektiğim fotoğraflar Türkiye'de hiç bir yerde yayınlanmadı. Örneğin Saraybosna Savaşı'nın ilk üç ayına tanık oldum. Fotoğrafları gönderdiğimde Türkiye'nin en önemli gazetesi kullanmamıştı. Dünya basını savaştan  bahsediyorken, benim Türkiye'de anlaşmalı olduğum gazeteler bahsetmiyordu. Savaş ne kadar uzaksa o kadar uzak kalsın diye bir anlayış hakimdi. Savaş iyi aktarılırsa ders alınabiliyor. Mesela İsviçre'de savaşlar öyle aktarılmış ki her an savaş çıkar diye İsviçreliler malzeme stokluyorlar, herkes asker.Savaşı iyi aktaracak illa kan ya da vahşet fotoğrafları değil. Bazen binlerce kelimelerin, bir kitabın yerine geçen fotoğrafta olabiliyor."


"   Fotoğrafta gündeme paralel gidiyor. Çok basit bir örnek vereyim. 1988 yılında İran hükümeti Halepçe'ye Türkiye'den gazeteci götürdü. Türkiye'den bir gazeteci grubu, o dönem İran'da Irak'ın kimyasal bomba kullandıgı  Halepçe bölgesine götürüldüler yani. Irak'da Saddam rejimin kürtlere karşı yapmış olduğu fotoğraf olarak anılan fotoğraf çekildi. Bu fotoğrafı bu gazeteci grubu arasındaki Ramazan Öztürk çekti. Söz ettiğim fotoğraf Türkiye gazetelerinde yayınlanmadı. Bu  fotoğraf bir kaç ay sonra Amerikan Basın'ında, üstelik kendilerinin eğittikleri kişilerin açıklamalarıyla 'Irak kimyasal silah kullanıyor.' lafı üzerine küçük bir haber olarak çıktı. Gökşın Sipahioğlu rakip ajansta olmasına rağmen Ramazan'dan fotoğrafı alarak kullandı ve şimdi o fotoğraf dünyanın en önemli fotoğrafları arasında. Dönem çok önemli. Dünyanın en iyi fotoğrafını  çekebilirsiniz, zamanla değerlenebiliyor."


 "... Bunun etkisi var ama fotoğraf kadar o fotoğrafı kendi malzemesi olarak kullanan sanatçılara da ihtiyaç var. O yüzden sanatçı kolay olunmuyor, bizler sanatkarlara, daha geniş kitlelere o mesajları doğru ulaştırılsın diye onlara malzeme alıyoruz. Ama ne yazık ki bizim ülkemizde sanatçılarda bu tür mesajları ne kadar doğru kullanırlar, bu da tartışılabilir. Biraz geri kaldığımızı söyleyebilirim. Çok iyi belgesel fotoğrafları çekiliyor ama bir ilham kaynağı olup bunu gerek plastik sanatlarda, gerek görsel sanatlarda gerek sinemada ne kadarı işleniyor, ne kadarı ele alınıyor bilemiyorum.

   Örneğin bizim meslekte 1980ler yılında iki ayrı hollywood filmi yapıldı bir anda bizim mesleğin değeri dünyada yükseldi. Biri Salvador biri  Under Fire idi. Sinema sanatının gerçek anlamda  kurmaca bir sistemde bizim bütün mesleğin bütün yaşanmışlığın dünyaya aktarımı hızlandırıldı.Birden bire savaşlarda çalışan muhabilerin yaşam koşulları konu edinmeye başlandı. Ama bizde hala böyle bir şey yok.

  Geçenlerde çocuk psikolojisi ilgili bir konferansa gitmiştim. Savaşta çocukların yaşadıkları tramvaları ele alan. Bizim bu konuda araştırma yapan doktrlarımızın verdiği örnekler bile II. Dünya Savaşı'nda Londra'dan alınmış örneklerdi. Kendi ülkemizde bir savaş atmosferi hakim, bir terör hakim. Bunun tramvasını yaşayan çocuklar var. Onlar arasında araştırma yok ya da onlar bir şekilde aktarılmıyor. Ama bundan 50 yıl öncesindeki çok farklı bir savaş aktarlıyor. Kendi yaşadıklarımız varken biz hala dünyadan örnekleri kullanıyoruz. Hem de eski örneklerle kıyaslama yapıyoruz."


Sosyal medya hakkında
"Gazeteler ve ajanslar zaten para vermek istemiyor. Tabi böyle olunca, sosyal medyadan gelen fotoğrafları onlar yayınlıyorlar. Ama artık elinizde tablet bilgisayar varsa insan olma gereği, daha kalitelisini ister. Sosyal medyadaki fotoğrafların hiç birinde profesyonel bir fotoğrafçının o fotoğrafa verdiği çabayla zamanla alakası yok. O yüzden hatırlatma anlamında önemli sosyal medya. Bu çalşma günlük basn yayın organlarındaki basın fotoğrafı alanını azaltır ama fotoğrafa  ihtiyaç duyanlar kaliteyi kullanan mecraları mutlaka bulurlar."

*Coşkun Aral'ın konuşmasındandır. Hiç bir değişiklik ve ekleme yoktur.

13 Eylül 2012 Perşembe

Sosyal Medya Hakkında


Sosyal medya ile insanların örgütlenmesinin bir kendince bir şekilde ucundan tutup haberleştiren Özge Özkul, ortaya sosyal medya hakkında neredeyse kesin bir görüş birliği sağlanmış olduğunu ortaya koydu. Bir çok ilgili kişinin yanı sıra benimde görüşlerime yer veren haber;

Twitter’dan kitlelere sesleniş!

Yeni bir iletişim aracı olan Sosyal Medya’nın etkisi büyümeye devam ediyor. Son zamanlarda sosyal medya üzerinden haberleşen ve bir araya gelen kitleler sayesinde, sınırlı izleyiciye sahip diziler fenomen hale geldi.


İhaber - Özge Özkul - “Behzat Ç.”,”Leyla ile Mecnun” ve en son olarak “İşler Güçler” adlı diziler bu etkinin en büyük örnekleri arasında yer alıyor. 

DRAMALARIN YERİNİ ABSÜRD KOMEDİ ALDI

Televizyonda yaygın olarak rastladığımız dramaların aksine, çizgi dışı olarak değerlendirilebilecek bu yayınlar, sosyal medya ortamındaki fanatiklerinin katkıları, paylaşımları ve yorumlarıyla milyonlarca kişiye ulaşan diziler haline geldi. Bu konuya en net örneklerden biri de Leyla ile Mecnun dizisinin 3.sezon açılış organizasyonu. Sezonun ilk bölümünü izlemek için yapılan organizasyonda dizi ekibi ve severleri bir araya geldi.  Bu etkinliğe katılımın yoğunluğu sosyal medyanın diziler üzerindeki etkisini somut bir şekilde gösteriyor 

İZLEYİCİLER SOSYAL MEDYADAN HABERLEŞTİ

Dizi çekimlerinin yapıldığı Kireçburnu Haydar Aliyev Parkında düzenlenen etkinliğin sahibi, dizinin fanı olan Veysi Elban. Sezona eğlenceli bir etkinlikle başlanmasını istediğini belirten Elban, düzenlediği etkinliği sosyal medya aracılığıyla duyurdu.

Haberde yer alan röportajlar.
Türkiye Gazetesi Yazarı Fatih Selek:  "Twitter’cı" ile "Televizyoncu" ayrı dünyaların insanı
Erdem Öztop- Medya Sorumlusu:  Kanallar sosyal medyaya ayak uyduracak
İsmail Hilmi Adıgüzel- İletişim Uzmanı: İnternet ucu olmayan bir ağ
Doğukan Gezer- Acaba? Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni: Önce radyo unutuldu şimdi de televizyon unutulacak
Ece Ulusum- İÜ Gazetecilik Öğrencisi: Sosyal medyayı, kullanış biçimleri etkiler

"Sosyal medya bana göre sonuna kadar kullanılmalı, ama iyi niyetli olarak. Bunun örneğini Leyla ile Mecnun etkinliğinde görebiliriz. Normalde sinemaya giden insanlar, film başladığında yalnızlaşır, tekbaşınalaşır. Ama burada öyle değildi. Birbirini tanımayan insanların ortak noktası olan dizi, oradaki herkesi buluşturdu. Ekranı sokağa taşıdı ve isimlerini bilmeyen kişiler sohbet etti, birlikte güldü, çekirdeğini içeceğini paylaştı.  Kısaca sosyal medya sosyalleştirdi. Bu yol dikkatli adımlarla izlenilmeye devam edilmeli. "

Haberin tamamı için:

2 Eylül 2012 Pazar

Çocuk Hapishanesi


Kriminoloji  adlı çalışmada suç şu şekilde tanımlamaktadır: “Topluma zarar verdiği ya da toplum için tehlikeli olduğu yasa koyucu tarafından kabul edilen ve belirtilen eylem, davranış ve hareketlerdir.” Çocuk hapishanesi, devletin yargı sistemince suçlu bulduğu 18 yaş altındaki bireylerin ceza uygulamasında kullandığı yerlere verilen isimdir.

İçinde dönenleri bazen televizyon dizilerindeki kurgular da bazen de bir yakından duymak mümkün. Bir çocuğun suç işlemeye yönelmesinin sebebinin bulunup çözülmesi gerekirken birden bu ağır yaptırıma mahkum kalması adaletin düz mantık ilerlemesinin göstergesidir. Suç işleyene "suçlu" diyerek adil yargı sisteminden pay biçen mahkemelerin doğruluğu yanlışlığı elbette hukukta sürekli tartışılan alengirli mevzudur. Çocuğun ‘suç’ ile tanışması toplumsal bir sorundur. Yani ‘çocuk suçluluğu’ kavramının kökeni hukuksal olmaktan çok
sosyolojik ve psikolojiktir. Sokakta çalışan/ çalıştırılan ve sokakta yaşayan çocukların sorunu, yalnızca çok sayıda çocuğun  yasa dışı çalışması, toplumsal yapının ve toplumsal kurumların dışında kalmaları nedeniyle değil,  yaptıkları işlerin çeşidi ve sokakta bulunma koşullarının çoğu zaman ihmal, istismar ve sömürüye dayalı olması nedeniyle çok boyutlu değerlendirilmesi gereken karmaşık bir sorundur.

Hukuktaki bütün tartışmalar "iyi ve kötü kime göre ve neye göre" çıkmazına sürükler adamı. Yüzyıl öncesi düşünürlerin de sistematik hale getirmedikleri için hukuku "ahlak" olarak nitelendirilişiyle aynı sorulara kendilerince yanıtlar bulması da bir kanıttır. günümüzün düşünebildiğine inandığımız statülü kişilerinde yaptığı, iyi - kötü kavramını vicdan gözardı edilerek sonuçlamak ki objektiflik demek en başında dediğim düz mantık demek değildir. Çocuk hapishanelerindeki reşit olmayan suçlular, birey olabilmek için yani toplumda kabul görmek için, medyadaki süslü dünyaya ulaşabilmek ve de karın doyurabilmek için işledikleri suçlarının getirisini kötü bir şekilde anlıyor. Belki de aksine onu daha da suça meyilli yapıyor Bir çok araştırma mevcut ilgililere, üniversite çevrelerinden savcı-yargıçlara kadar hukuk çevrelerinde, özellikle 1954 öncesi dönemde bir çok çalışma yapılmış ve yazı yazılmıştır.

Velhasıl çocuk hapishaneleri ilk kez fotoğraflanmış. Kendi kadrajımında şahit olmasını istediğim enstantaneler mevcut. Yansıtmak istediği yani aslında yukarıda benim anlatamadığımı anlatan fotoğraflar:
http://www.ensonhaber.com/fotohaber/cocuk-hapishanesinin-ici-ilk-kez-goruntulendi/1

Size bir fikir verecek kaynakça iki doktora tezi:
http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/3689/5327.pdf?show

12 Temmuz 2012 Perşembe

The Ugly Truth Filmi İncelemesi ve Romantik Komedi Filmlerindeki Kodlamalar



   Romantik komedi filmlerin genelinde insanların yalnızca aşk güdüsü ve yaşamak istediği romantizm ile kandırırlar. Ve bu esnada bir çok öneri de bulunurlar aynı dergilerdeki gibi. Gül alın, şaşırtın vs. Bu da bireyleri bir nevi tüketime yönlendirmektir. Mesela özel günlerde sürekli lüks mekanlara gidilir, yüzük alınır, güzel görünmek için kuaföre gidilir, alışveriş yapılır...  İzleyici filmin güldürü ve romantik kısmını alırken kodlanan reklam mesajları da alınıyor farkında olunmadan. Sinema sektörünün en büyük geliri filmdeki ürün yerleştirmeye talip olan sponsorlar zaten.

The Ugly Truth filminin kısmi analizi.
   Uzun metrajlı reklam filmi gibidir. İlk önce elindeki Redbull ile ortada gezen hatun, yollarda güzel kadın yakışıklı adam ikilemi ile gösterilen BMWile bir yolculuk, erotik ürün ve daha bir çok şey mevcut.
Ayrıca film ana haber bültenlerinde seks göstergeleri ile konuşan komedyenin reyting rekorunu yükselttiğini ve seks ile şiddet izleyiciyi daha çok cezbettiğini söyler nitelikte. Ana haber bültenlerinin reyting kaygısı ile serüven başlıyor zaten.

   Ayrıca kadının programa telefon ile baglantısında adam ona "Anladım sen lezbiyensin." dediğin de kadın bunu bir cins hakaret olarak algılıyor, kızıyor ve alınıyor. Bunu normal şekilde karşılayarak yalın bir hayır cevabı verilmiyor. İzleyici zaten ön yargılı bu konu hakkında ön yargılarına malzeme toplamış oluyor inceden. Film erkekleri aptal sürekli penisi için koşuşturan kişilerden ibaret gösteriyor. Her erkek bir kadınla konuşurken dürtülerini ön plana alır ve aslında kadını dinlemez diyor. ve Butler'in Katherine Heigl'e verdiği tüyolarla beğendiği erkeği elde etmesini sağlaması filmde akıllı ve misyon sahibi bir doktorun bile basit erkek güdüleri ile davranarak özel yaşamını sürdürdüğünün mesajını veriyor.

   Filmin afişindeki çizim tişörtlerde de sık sık gördüğümüz ve çok satılanlardandır.  Bir filmin yalnızca sinema bilette verilen paradan ibaret görülmemesi gerektiğini bu tişörtü giyen yolda karşılaştığımız insanlardan somut olarak anlayabiliriz.


6 Mayıs 2012 Pazar

Sanatın Üvey Evladı; Fotoğraf



   1800lü yıllarda fotoğraf gibi bir buluşun hayali için: " İnsan Tanrı'nın suretinden yaratılmıştır ve Tanrı'nın sureti de insan icadı olan hiçbir makineyle yakalanamaz... akıldan geçirip dilemek bile dinimize küfür sayılır." diye yazmıştı City Adviser  adındaki yayın. (s.6) Tarihteki ilk fotoğrafı çektiği kabul edilen Joseph Nicéphore Niépce'nin fotoğrafçılık alanının günümüzdeki hale geleceğini bilseydi City Adviser'ın dediklerine inanmayı tercih ederdi.

   Fotoğrafta insan sureti dışında herhangi bir şeyin çekilmesi saçma bulunurken manzara fotoğrafları kartpostallarda yerini almış ve bunu akıl eden kişiyi zengin biri haline getirmiştir. Walter Benjamin, "fotoğrafçılara  hitap eden resimli yayınlarının sayısının oyun ve tavuk eti dükkanların sayısını aşacağı günler çok uzak değil." (s.31) diyerek fotoğrafçılığında kapitalist düzende yerini bulacağını ve hızlıca ilerleyeceğini anlatmak istemişti.

   Manzara fotoğrafları satın alan insanlar artık kendi manzarasını da kendi çekmek istiyordu. Sömürü döngüsüyle ham madde ve seri üretimin sağladığı kolaylıkla sistem bu kârlı kapıyı ardına kadar açtı ve artık isteyen herkes onlara ödeme yaparak fotoğrafçı olabiliyordu. Bir zamanlar var olan sanatsal etkinliğin çürüme hızı, evlere giren fotoğraf makinesi sayısı ile paraleldir.

   Fotoğraf alanına özenerek ya da fırsatçı nitelikte giren insanlar bu alandaki avangardların onurunu zedelemiştir. Son noktayı da internetteki sosyal paylaşım siteleri koymuştur.  Sosyal ağ ve kültür endüstrisi imkanları sayesinde fotoğraf çekmek herkese indirgenmiş ve hatta ileri zamanlarda şart haline gelmesi muhtemel faaliyet, moda olan söylemiyle hobi haline geldi. Fotoğrafın sanat olup olmadığı tartışılırken çıta iyice düştü ve yeni bir tartışma sorusu belirdi; fotoğrafçı kimdir?

   Günümüzde  fotoğraf bizim için yaratıcılığın fetiş bir hale gelmesi ve farklı olma kaygısı ile birlikte somut referans denebilinir, gözlemlenebilir ve ünlü yapma imkanını verebilir; endüstriyel araç. Benjamin'in kitabında yer verdiği sav gerçekleşmek üzere: " geleceğin cahilleri yazmayı bilmeyenler değil, fotoğrafı bilmeyenler olacaktır." (s.38)

Dipnot: Adı geçen eser, Benjamin, Walter,  Fotoğrafın Kısa Tarihi, Çeviri: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2012
 
Ece Ulusum

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Önce Uyan Sonra Uyandır

 
   İnsanların yaptığı yürüyüşler gerçek anlam da irade taşımıyor. Sürekliliği de yok. Olayı yalnızca kitle iletişim araçlarının sayesinde bir kere ya da bir kaç kere ana haber bültenlerin de veya gazetelerde görme isteği ise ünlü olmak için sokak ortasında soyunsunlar daha iyi. Mevsimine göre üzeri örtülen eşya gibiler, sahipleri lazım olunca açıyor gidecekleri zaman tekrar üzerilerini örtüyorlar.

   Ülkemizi ele alırsak Taksim, Kadıköy, Mecidiyeköy meydanları protestonun sahnesi haline gelmiş durumda. Oradaki insanların 1-2 saatlik yürüyüşünün ne kadar ciddiye alındığını göz önünde bulundurmak gerekirse, yanlarından geçenler merakını gidermek için bir dönüp bakıyor, biraz kalabalık ve olay çıkaracak gibiyse de güzelim kameralı telefonları havada hazır görüyoruz. Belki milli duyguları kabartan bir konuşma nida varsa esnaf tüm gücüyle alkışlıyor. Bu kadar... Olay o kadar basitleştirilmiş ki medyadaki gizli nefret söylemleri sayesinde grev, protesto, yürüyüş vs kavramları duyan toplum bireyleri "boş iş" olarak düşünüyor, kendilerine zarar verecek toplum düzenini bozacak birşey olarak görüyor.
 
   O ufak gruplar bu dünya düzenindeki göz boyama amaçlı azınlık çarkı işlevini gördüklerini hiç anlamadılar, anladıklarında  istikrar soluyan insanların birleşimi ve de bilinçli olarak neye karşı adım adım mücadele ederek yürüdüğünü bilen insanlar o grupları oluşturur. Yapılacak eylemlerin gerçek anlamda planlanmış olması ve farklı olması şart. Böylece bu faaliyetler sistemin çarklarını döndürmek adına benzin niteliğini bir kenara bırakıp çomak vaziyetine gelebilirler.

Ece Ulusum

1 Mayıs 2012 Salı

Benetton - Unhate: Misyon Pazarlama Yaratıcısı Oliviero Toscani


   Misyon Pazarlama tekniği, bir şirketin ya da markanın toplumsal bir konuyu görev edinmesi, savunduğu davasının olması, dünya için çaba göstermesi ve bunu marka stratejisinin özü olarak kabul etmesidir.“Yaratmak için bakışı değiştirmek yerine, kendine özgül bir saldırma noktası bulmak, ortaya bir görüş açısı çıkarmak, durup dinlenmeden kuralları değiştirmek, zorlukların çevresinden dolanmak ve kalıplara karşı savaşmak gerekir.” diyen Toscani bu seferde tepkileri Unhate reklam afişleri ile üzerine çekti.


  16 Kasım 2011 yılında başlatılan ve nefret kültürü ile mücadele etmek için hazırlanan kampanyada Benetton dünya liderlerinin öpüştüğü afişleri kullandı. Öpücük temasını sevgiyi sembolize ettiği için kullandığını söyleyen marka, siyaset, inanç ve fikirlerin zıt olmasına rağmen nefret içeriği dışında bir diyalog olması gerekir der. “Biz fiziksel, sosyal, politik ve ideolojik sınırların olmadığı açık ve aktif bir demokrasi için tüm dünya vatandaşlarına ulaşmayı hedefliyoruz.”

  Afişlerde Papa 16. Benedict ile Mısırlı İmam Ahmed Muhammed El Tayib, ABD Başbakanı Barack Obama ile Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Benjamin Netanyahu, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Almanya Başbakanı Angela Merken, Kuzey Kore Lideri Kim Jong ile Güney Kore Cumhurbaşkanı Lee Myang Bak’ın öpüştüklerini görüyoruz.

  Bu Unhate Vakfı ve Benetton iş birliği ile yapılan reklamın hoş görülmesinin çok güç olmasına rağmen fotoğraflar 120 ülkede yayınlandı. Benetton Grubu Başkanı Alessandro Benetton: “ Küresel aşk, her ne kadar hala ütopya ise de nefret kültürü ile mücadele etmek iddialı, ancak bir o kadar da gerçek bir hedef.” diyerek, tepkileri azaltmak istedi. Fakat Vatikan, “kabul edilemez!” restini çekince Papa ve İmam’ın olduğu afişi kullanmayacaklarını açıkladılar. Ardından da Beyaz Saray’dan da tepki geldi.

  Benetton tepki görmeyi göze aldı çünkü özellikle de sosyal medya sayesinde çok fazla duyulacağını ve akılda kalacağını biliyordu. Toscani’nin geçmişteki reklam fotoğrafları markaya bu özgüveni vermişti. Kampanyanın “unhate.benetton.com” sitesi, Benetton’un şimdiye kadar ki en yüksek tıklanma sayısına ulaştı.

  Bireysel olarak Toscani ve marka olarak Benetton’un böyle işlerin altında uzun zamandır imzası olmasına rağmen, Unhate şimdikileri arasında en iddialısı denebilir. Toscani eleştiriye alışık olmasına rağmen çok zor durumda kalabilirdi çünkü bu küreselden ulusal bir indirgemeye uğramış reklamdır. Fotoğrafçı olarak işini yapmış olması Toscani’yi bu işten sıyırabilirdi elbette ama dünya çapında bir tepki ile Benetton tüketici boykotu ile maddi anlamda darbe alabilirdi.Belli ki markaya olan inanç ve misyon pazarlama tekniği işe yaradı ve Benetton milyonlarca kişiye ulaştı, hem reklamını gösterdi hem de nefret kültürü ile mücadele vakfını dünyaya tanıttı.

  Toscani ve Benetton iş birliğinde yapılan diğer reklam afişleri de çarpıcı ve iddialı olmasına rağmen bir topluluk bir grup tam anlamıyla işaret edilmemişti, özellikle de bir uluslararası düzeyde bir ikon seçilmemişti. Ama Unhate reklamlarında birbirleri ile çekişmeli ve zıt olan küresel anlamda lider olan kişiler kullanıldı. Toscani’nin yaratıcı zekası ve Benetton’un kendine has duruşu ile kampanya büyük başarıya ulaştı; “stratejik etkileşimcilik”.

  Oliviero Toscani iş hayatı boyunca unique ve şok etkisi yaratan reklam fotoğrafları ile dünyada tanınan biri olmuştur. Sosyal mesaj içerikli fotoğraflarını reklamlarında yayınlamayı gözü kapalı kabul eden Benetton markası Toscani ile özdeşleşmiştir. Ve Benetton’un uluslararası bir marka haline gelmesinin nedeni, Toscani’nin küresel anlamda insanları ilgilendiren sorunları konsept edinmesidir.

  Ancak Toscani kitabında reklam için “ tapındırma suçu” gibi sözler kullanmış, farklı bir tarzı da olsa dediği ile paradoks içinde gibi görünmektedir. Kapitalist sistemin misyon pazarlama tekniği ile kendini sürekli yenilemesi, tüketime teşvik etmesi söz konusudur.

  Ünlü fotoğrafçının yaratıcılığı ve “farkına var” mesajlı fotoğrafları kendisini reklamcılıkta unutulmayacak bir ikon haline getirmiştir. Fotoğraflarını gören kişi ismisiz olsa bile Toscani’ye ait olduğunu anlayacak kıvama gelmiştir. Oliviero Toscani, reklam aracılığı ile kitle iletişim araçlarını toplumun kendisi ile yüzleşmesini sağlamak için kullanır. Ve bugüne dek Benetton’da yaptığı reklam fotoğrafları arasında en iyilerinden “Unhate”’dir

Ece Ulusum

Acımasız Dünya Sendromu Ustası Amerika


 Propaganda ve ikna yöntemlerinde en çok başvurulan yol korkutmadır. Korkan birey ya da toplum birilerine güvenmeyi gerekli gördüğü gibi tedirgin sürdüğü hayatında olabildiğince savunma diler. Bunun farkında olup balını yiyen Amerika uzun yıllardır korku yöntemiyle çarklarını döndürmektedir.

   Özgürlüklerin ülkesi Amerika'nın tarihçesine bakıldığında hegemonyasını ve global silah pazarını kaybetmemek için deniz aşırı ülkelerde öldürdüğü milyonlarca insanlar ve yaşattığı acılar yetmediği gibi kendi vatandaşlarını da kendileri arasında bir kaos ortamına itiyor. Güçlü silah satan fakat kendilerine savunma şirketi adını veren Amerikan şirketlerinin ülke içi satışları günden güne artıyor. Güvenlik şirketlerinin de artış gösteren cirosu en çok kazananlar arasında isimlerini yazdırıyor. Devlet silah ruhsatı alımını olabildiğince kolaylaştırdı ve hatta silahlar promosyon olarak alınabilir hale getirildi. Korkulu Amerikan vatandaşlarının zorunlu ihtiyacı haline gelen silah,  alışveriş listelerinde yerini aldı.

   Peki bu korku insanlara nasıl yerleşti?
Bu yanıtı da çok uzakta aranması saçma olurdu; medya... Ana haber bültenlerinde yılda suç oranının %20'ye kadar düşüyor olmasına rağmen yayınlanan cinayet  haberleri %140 artış gösteriyor. Haberlerin alt metni olan, "dışarıda bunlar oluyor, haline şükret ve dikkatli ol" uyarısı insanlara birbirlerine güvenmemeyi ve "savunma alışverişine" çıkmayı tembihliyor. 11 Eylül olayı sonrasında gerçekleri bilmeyen Amerika'da yaşan insanlar yeterince korktu ve artık her denilene inanmaya hazır kıvama geldi. Medya olayları korkunç ve uzun süre yineleyerek gösteriyor. Polisiye dizi ve reality programları tavan yapıyor.

   Michael Moore'un Bowling for Columbine adlı belgeselinde net bir şekilde Amerika ve Kanadayı kıyaslıyor. Kanada'da da silah alım satımın çok olmasına rağmen insanlar kapılarını kilitlemiyorlar ve  işlenen cinayet sayısı yılda 60 hatta daha düşük. Fakat cinayeti işleyenlerin bir kısmı da Kanadalı değil. Amerika'da ise yılda işlenen cinayet sayısı 11 bini geçiyor. Moore Kanada'nın ana haber bültenlerine baktığında fazla sıkıcı ve hiç aksiyon olmadığını görüyor. İlginç bir durum öyle değil mi?

   Sosyal darwinizm  sindirilmiş Amerikalı insanlara acımasız dünya sendromu dayatılıyor. Büyük paralar kazanan silah şirketlerinin insan hayatına verdiği değeri, unutun gitsin. Özgürsün Amerika, insanları katletmekte ve gerçeklerini halının altına süpürmekte özgürsün!

Ece Ulusum

Kapitalizmin Rtük Karşısındaki Zaferi


   Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)'nun almış olduğu karara göre televizyon ekranlarında sigara içki vb. "zararlı davranışlara özendirecek" nesne veya eylemlerin gösterilmesi ancak sansürlenerek, sansürlenemiyorsa da o sahne kesilerek yayınlanması mümkündür.

   Mozaikleme ya da "çiçeklendirme" yoluyla yapılan sansür televizyon izleyici kesimi arasında da tartışamalara yol açtı.  Bir taraf dedi 'sansüre gerek yok içinde varsa zaten yapar.' diğer tarafsa 'olmaz efendi, böyle sahneler çocuklarımızın hayran olduğu kişilerin yaptıklarına özendiricidir. sansür şart.' dedi. Her iki tarafında televizyon izlemekten vazgeçmek gibi bir niyeti yok elbette...

   Fakat yeni yeni bir kaç dizi göstergebilimin büyüsünü çözmüş bulunmakta. İletişim bilimlerinde Charles Sanders Pierce'nin üçlü sistemli modelinin bir kaç öğesi alınmış ve kodlamalarla üstü örtülü mesajı hedef kitleye dolaylı yoldan ama aynı kanaldan ulaştırmayı başarıyor. Mesajın geri dönüşümü direk gösterilenden ya da sansürle engelenen görüntüye oranla, aklın bir "decoder" vazifesi ile hayal gücününde yardımıyla daha kalıcı ve etkili olmasını sağlıyor.

   Günümüzde televizyonda sigara içen birini görmek mümkün değil, biliyorsunuz. Sigaranın mozaikleme dışındaki sansürlenişinin çiçeklendirilme olduğunu da görmüşsünüzdür. Yalan Dünya adlı dizide barda eğlenen adam masada duran papatya demetini sigara içermiş gibi dudaklarına götürüyor, nefesini içine çekiyor ve sonra da veriyor.  İzleyici "sansür çiçeğine"  yapılan göndermeyi çözdüğü an, zihninde adamın elindeki bir papatya demeti sigaraya dönüşüyor. Komik kısmı gerçekle buluşunca sona eren ve artık sahnede izleyicinin gördüğü : Adam bu sahnede sigara içiyor.

  Örneklerinin çeşitlendirilmişlerini devlet tekelinde bulunan kanalda yayınlanan Leyla ile Mecnun dizisinde de görebiliriz. Sigarayı bırakmak isteyenlerin en içli dışlı olduğu sakız, dizide sigara içmek yerine kullanılıyor. Rakı içmek yerine bilindik hammaddelerinden olan üzüm, bira içmek yerine de gazete kağıdına sarılmış kutu içecek klişesi kullanılıyor.

   Eğlence yoluyla verilen kodlamalar hem akılda kalıcı hem de daha etkilidir. RTÜK otoritesi farkında olunmaksızın çiğneniyor ve koyduğu kural kapitalizme bir ödüllendirme niteliğinde oluyor. Kapitalist sistemde alkol ve tütün ürünleri kârı düşmeyen sadık çarklarındandır, bunun işlerliğinin azalmasına göz yummasını beklemiyordunuz ya?..

Ece Ulusum

1960 - 1970 Türk Sineması'nın Genel Analizi : Yeşilçam'ın Sektöre Mağlubiyeti


1960 ve 1870 yıllarında dönemin ekonomik politikaları ve pazar mekanizmalarının işleyişiyle sinema sektörü büyüyerek kâr getiren en iyi girişimlerden biri oldu. Türkiye'de kısa sürede bunun farkında vardı ve "Yeşilçam" kalıbı tam anlamıyla var oldu. Türkiye'de, Amerika, Hindistan, Japonya, SSCB/ Rusya gibi yılda nerdeyse üç yüz film yaparak dönemde dünyanın en çok film yapan ülkeleri arasına girdi.

Sanatsal anlamda ilgili izleyicileri tatmin etmeyen Türk filmlerine genel bir isimde konuldu; "halk sineması". Böylece izleyici  yerli filmlerini yakın takibe alarak boş vaktini ya eğlenerek ya da ağlayarak geçirmeye başladı. İnsanları çeken en önemli unsur ise popüler kültürün balını çok yediği voyorizmin (röntgencilik) karşı gelinemez cazibesidir. Bu filmler "ötekilerin" yaşamlarına karşı duyulan merakı doyurur.

Popüler yerli filmlerin ana teması kadere boyun eğmektir. Fedakârlık, sadakat, cesaret ve dürüstlük filmde yer alan vazgeçilmez değer unsurlarıdır. Ve her filmin sonunda elde ettiğimiz çarpıcı  sonuç ise, "mutluluk para da değil aşktadır.". Bu nedenle Türk filmleri ne toplumsal gerekliliği yansıtan araç ne de bir dünya görüşü olarak asla ele alınamaz. Abartılı oyunculuklar ve duygusal çatışmalarla şişirilmiş bu filmlerde öyküler aynıdır fakat söylemler farklıdır. Bunun farkında olan seyirci henüz izlemeden filmin afişi, adı, oyuncusundan  ne olacağını kafasında oluşturur.Yani ne izleyeceklerini bilir ama merak teşvikiyle bu sefer "nasıl" gerçekleşecek sorusuna yanıt almak adına yine izlerler.

Tamamen apolitikleştirilmek istenen bir dönem denebilir ki, 60lı ve 70li yıllardaki sinemada bundan nasibini almıştır. Sınıfsal çatışmaları yumuşatmak için filmlerde zengin sınıfında olmak olumsuzlanırken yoksul sınıf mutludur. Çünkü mutluluğun "sevgiden" geldiğini anlamış bunu uygulamayı başarmıştır.

Ayrıca bu filmerdeki karakterlerin kimliğine ve geçmişine ilişkin bilgi çok az verilir ki gerekmedikçede verilmez. Yalnızca iyi - kötü, zengin - fakir gibi kalıplaşmış sıfatlarla oluşurlar. Böylece de Türk filmleri tarihsel ve toplumsan bağlamdan yoksun olur. Yerli filmlerde yeni talepler törpülenir, yaşanan gerginlikler olağanlaştırılır. Yoksulluk, gelenek ve kadının fedakârlığı "güzellemelerine" sığınarak fark ettirmeden izleyicisine kendisini inandırır. Anlatılanların kurmaca dünyalarında yaşananı sorgulayarak tartışmak yerine, yinelenerek alıştırılmış olanlar verirlir.

1960 ve 1970 yıllarının Türk sineması kalıplaşmış değer yargıları, aile ve aile kurma çabaları, merak ve de özdeşleştirme duyguları üzerine var olurken karşısına yepyeni bir icat gelir: Televizyon. Yeşilçam kısa sürede televizyona yenik düştü, "halk sineması"nın yerini prime time'lar aldı. Yüz yılın son çeyreğinde bir çok ülkede sinema eski popülerliğini kaybetti ve yerini televizyona bırakmak zorunda kaldı. Fakat yılda üç yüz kadar film yapan Türk sinemasının seyircisini kısa sürede ve birden kaybetmesi, kültür endüstrisinin etkisinin ne denli etkili olduğunuda gösterir.


Ece Ulusum

İlluminati; Yeni Bir Reklam Mezesi...




   İlluminati örgütü ya da tarikatı artık nasıl demek isterseniz, bir zamanlar kurulmuştur ve de hala varlıklarını sürdürüyor olabilirler. Fakat sistem eskiden onların kontrolündeyse de  şimdi işler onların  kontrolünde değil.

   Peki illuminati birden nasıl herkesin iki çift laf edebileceği bir örgüt haline geldi?
Dan Brown'un kısmî fasaryalarla dolu kitabında söz etmesi, ardından da sinemaya aktarılışı büyük  ses getirdi. Özellikle de Melekler ve Şeytanlar romanında insanlara bilmedikleri ve merak duyacakları birşey sundu. Brown gizem ve mitlerle donatılmış konuşmalar yaptı, hatta Türkiye'de ana haber bültenine çıkacak kadar mühim bir iş yaptı.(!) Her kafadan ortaya atılan sansasyoneller sayesinde illuminati daha çok gündeme getirildi ve ardından herkesin duyacağı kıvamda sunulmaya başlandı. Gerçekte var  olduğuna inanan kişilerin, televizyon ve sinemadaki illuminati sembolleri ile "açıkça" karşılaşması gibi durumlarla merak ve ilgisi daha da alevlendi. İlluminati sembolünü bir yerlerde bulmak ve internette paylaşmak artık  bulmaca çözmek gibi bir hobi haline geldi.

   Reklamcıların bunu farketmesi  ve kendi çıkarları adına kullanması uzun sürmedi. Kasıtlı olarak reklamlarda, film ya da çizgi filmlerde İlluminati'nin sembolünü kısa sürede yerleştirip ilgi çekmeyi başardılar.  Böylece reklam filmlerinde kullandıkları meşhur göz ve üçgen onlara sansasyonelle kavuşturulmuş ün getiriyordu. Metalarını ilginç bir şekilde tanıtmanın ve de televizyondan uzak kişileri bile haberdar edip kandırmanın yolu bulunmuştu. Sosyal medya da işlerini kolaylaştırıyor ve hız kazandırıyor. Hatta  artık sırf sağda solda duyduğu için üzerinde illuminati amblemi  var diye tişörtler satın alınmaya başlandı. Kitle kültüründe sürekli dönüp dolaşan illuminati sembolü kullanıldığı metanın adıyla anlatılmış  ve böylece de amacına hizmet etmiş oluyor.

Tüketici rolündeki bireyler sürekli reklamlarla uyarılmaya maruz kaldığı için artık duyarsızlaşmıştır ya da alışmıştır. Illuminati günümüzde sürekli önümze çıkan içi boşaltılıp yeni anlamlar yüklenen bir kavram haline geldi. Bu kavram yakında değerini tamamen kaybedecek ve böylece popüleritesini  yitirince reklamcılarda yeni ilgi çekme yöntemleriyle karşımıza çıkacak. Dünyayı yönettiği öne sürülen bir örgüt hatta gizli(!) örgüt, kültür endüstrisine meze oldu. Bu örgüt mevcutsa ki tartışılır, itibarı da böylece zedelenmiş oldu. Günden güne de eskitilen İlluminati sadece Che'nin basılı olduğu tişörtlerle aynı tezgahta görülmesi dışında insanların aklına bile gelmeyecek..

Ece Ulusum
02.02.2012