20 Nisan 2014 Pazar

ODTÜ'lüler gözleme Boğaziçililer menemenle güne başlıyor / 20.04.2014

Yemek Sepeti üniversitelilerin yeme alışkanlıklarını araştırdı. Gençler çiğ köfteyle barışık, lahmacunu seviyor, sufleden de vazgeçmiyor. Koç üniversiteliler güne ıslak burgerle, ODTÜ'lüler patatesli gözleme, Boğaziçililer ise menemenle başlıyor
ECE ULUSUM

Üniversite yılları en eğlenceli ve güzel yıllar diye iç çekerek anılır. Ders notlarını arama telaşı, çay eşliğinde sohbetler ve geceleri de etkinliklere katılmak derken yılların nasıl geçtiğini anlamak ancak üniversite bitince mümkün oluyor. Üniversiteyi şehir dışında ailenizden uzak okuyorsanız hem güzel hem de kötü yanları olabiliyor. Üstelik yemek yapmayı bilmiyorsanız vay halinize! Bir üniversite öğrencisinin yemek yapmaması demek yumurta ve makarnaya uzun süre talim edeceği anlamına gelir. Arkadaş ortamlarında lahmacun, çiğ köfte ve ıslak hamburger yerine adı afilli yemekler konuşuluyor, üniversiteliler derslere ellerinde pahalı aromalı kahveleriyle giriyor ve gençler formlarını korumak için yediklerine dikkat ettiklerini söylüyor. Ama işin aslı başka. İnternetten yemek siparişi verilen Yemek Sepeti'nin araştırmasına göre manzara hayli şaşırtıcı. Üniversiteliler sabah kahvaltısında lahmacun ve ıslak hamburger, geç vakitlerde çiğ köfte gibi mideyi zorlayan tercihler yapıyor.

ÇİĞ KÖFTE YURTLARI İŞGAL ETTİ
Araştırma internetten en çok yemek siparişi veren 10 üniversitenin öğrencilerini kapsıyor. Hangi üniversite, hangi öğünde ne yiyor sorularına ışık tutuyor. Mesela ODTÜ'lüler güne patatesli gözlemeyle başlıyor. Koç Üniversitesi'nde okuyanlar ise ıslak hamburgerden vazgeçmiyor. Lakin son yıllarda her köşe başına açılan çiğ köftecilerden midir bilinmez üniversitelilerin vazgeçemedikleri lezzet çiğ köfte. Ama anlaşılabilir bir yanı var bu tercihin. İçerisine yeşillik, domates, turşuyu koyup ve üzerine bolca limon sıkılmış bir çiğ köfte dürümü, hele yanına da bir ayran açılmışsa gerçekten insanı iştahlandırıyor. Araştırmaya göre 10 üniversitenin yedisinin öğrencileri gece yarısından sonra en acılısından çiğ köfteyi mideye indiriyor. Siparişler göz önünde bulundurulduğunda çiğ köfte en çok kız yurtlarına giriyor. Çiğ köftenin yapımında kullanılan malzemeler çok tartışılsa da anlaşılan üniversiteliler acıdan vazgeçmiyor.

ANNE YEMEĞİNİ ÖZLEYEN YOK
Araştırmanın dikkat çektiği bir başka gerçek şu; üniversiteliler düzensiz ve sağlıksız besleniyor. Kahvaltıda yağlı ve ağır yiyeceklerle güne başlayan öğrencilerin bir günde aldığı kalori neredeyse 3 binden fazla. Ayrıca böyle beslenen öğrencilerde kilo sorunu, uyku düzensizliği ve dikkat eksikliği ortaya çıkabiliyor. Koç Üniversitesi'ndekilerin bol kalorili yemeleri onların bu sorunlarla daha fazla haşır neşir olduklarının bir göstergesi. Bunun yanında İstanbul Üniversitesi öğrencileri daha sağlıklı besleniyorlar. Gençlerin tercihlerinde ev yemekleri son sıralarda. Oysa herkes anne yemeği olsa da yesek diye dert yanmaz mıydı eskiden. Zaman işte her şey değişiyor...

ESKİDEN BİR ÇAYLA KAHVALTI YAPILIRDI
80'li yıllarda üniversite okuyanların anlattıklarına göre kahvaltıda alternatif çok azmış. Vakit varsa ya börek yoksa yolda yemek için aldıkları simitle idare ediyorlarmış. 90'lardaysa büfelere rağbet ediliyormuş. Ayrıca kahvaltısını sadece bir kahve ya da çayla yapanlar da varmış. Ailesiyle yaşayanlar bu konuda şanslı. O zaman da bu zaman da anneler çocukları için kahvaltıyı eksik etmiyor. Gerçi şimdi işler değişti, internet sağ olsun her çeşit yemeği sunuyor ve bir tıkla anında kapınıza getiriyor. İstediğiniz saatte istediğinizi yemeniz mümkün.

http://www.sabah.com.tr/Pazar/2014/04/20/odtululer-gozleme-bogazicililer-menemenle-gune-basliyor



13 Nisan 2014 Pazar

New York'u canavarlar sardı


Haberin linki:


Türkçe diye bir dil vardı / Hasan Bülent Kahraman - 13.04.2014

SABAH Kitap eki geçen cuma günü yayımlanan nüshasıyla 100. sayıya ulaştı. Bu ekin ilk sayısını da bu sayısını da değerli dostum Figen Yanık hazırladı. Eki de kendisini de kutlamak gerek. Bu tür işler zordan da zordur Türkiye'de. Benimle de bir görüşme yapıldı SABAH Kitap eki için. Genç arkadaşım Ece Ulusum geldi, çok güzel sorular sordu; kitaplarım, kitaplığım, kitap tutkum ve okumayazma alışkanlıklarımla ilgili. Bu röportajı isteyenler bulup okuyabilir. Ece sorularının arasında bana döne döne okuduğum kitaplar olup olmadığını sormuştu. O sırada öyle bir kitap değil de yazar olduğunu söyledim "Dostoyevski ve Beckett'tir o yazarlar" dedim. Türk edebiyatından da bazı isimler verdim. O gittikten sonra epey düşündüm. Bir kere daha anladım ki, ben gerçekten kitap değil, yazar okuruyum. Zaten 'bütüncü' olmam da biraz onu gösterir; bir yazarın okuyunca tüm yapıtlarını okumak... Evet, İlyada ve Odysseus, Don Quixote, Moby Dick, Kırmızı ve Siyah ('Dosto Baba'nın romanlarından hariç) büyük saydığım ve daima yeniden okuduğum romanlardır ama bunlar da zaten üstüne başka şey söylenemeyecek yapıtlardandır.

AHMET RASİM BİR DİL CAMBAZIDIR
Türkçe'de böyle döne döne okuduğum roman gerçekten yok. Birçok kitabı yeniden okumuşsam da bu belli bir nedenledir. Doğrudan kitabın bende bıraktığı tadı aradığım için değildir. Ama bazı yazarlar var ki, onlardan kopmadım. Ve şimdi o yazarların üslupçu yazarlar olduğunu göğsümü gere gere söyleyebilirim. İsimler de bellidir: Ahmet Rasim, Ahmet Haşim, Nurullah Ataç, Falih Rıfkı, Refik Halit! Bu kadar. Buna bir de Attila İlhan'ı katarım. "Başka üslupçu yazar yok mu?" denirse, olumsuz cevap vermem ama bu isimleri aşacak kimse olduğuna pek inanmam. Türkçe'nin bu yazarların dilinde, kaleminde dövülerek oluştuğunu rahatlıkla öne sürerim. O diğer üslupçu yazarlardan ne bileyim Tanpınar önemlidir, meseleleri, kültürel kaynakları, yaşama biçimiyle de bana ayrıca yakın gelir, 'Lodosa, Sise, Lüfere Dair' başlıklı yazısını zaman zaman susamışlıkla gidip okurum ama anlatışını boğuntulu, sıkıcı, zorlama ve biraz da yapay bulurum. Oysa diğerleri fırtına gibi esen, şaşaalı, debdebeli, mutantan üslupların sahibidir. Başlayalım... Ahmet Rasim, 'kroniklerinin' tadına gerçekten doyulmaz bir yazardır. Hele dilinin epey eskidiği hatırlanırsa ne muazzam bir dil cambazı olduğu daha iyi anlaşılır. Neredeyse unutulmuş bir halk dilini kağıda geçirmektedir. Bir vapurda, tramvayda, pazar yerindeki haykırışlar, ünlemeler, öfke, sevinç, nefret nidaları yazısında paldır küldür canlanır. Gene de hepsi bir yana, "Patlıcanlar morara morara kadife rengini aldılar" cümlesini birkaç kere içinizden tekrarlayınız, eğer bu söyleyişlerde nasıl akideleştiğini, ağzınızda eridiğini, helmeleştiğini göremiyorsanız Türkçe bilinci, zevki, keyfi bakımından epey gidecek yolunuz var demektir. Ahmet Haşim'i herkes şiirleriyle tanır, bilir, anımsar. Ama daha önce de yazmıştım; Türk köşe yazısı ve fıkra edebiyatı (ki, bu sonuncusu artık bitmiştir) onun eteklerinden doğmuştur. Çok zor, neredeyse bütün bir gün uğraşarak yazdığı söylenen kısacık, küçücük yazıları, hayli keskin olduğu anlaşılan zekasından ve sivri dilinden ne ışıltılar taşır, anlatmak çok zor, ancak okunursa görülür. Baharla, sinemayla, tahtakurusuyla, kürklü kadınla ve daha onlarca konuyla ilgili yazdıkları birer anlatım lezzetidir, okumalara doyulmaz.

ATAÇ'IN ANLATIMI ÇOK BERRAK
Sonra Ataç! Demir Özlü, Ataç'ın Türkçe yazın dilini kurduğunu belirtmişti. Bu doğrudur. Bütün o şimdi manasız görünen Öz Türkçe 'tilcikler', masaya 'tirge', kağıda 'sazın', mektuba 'betik' demeler, son döneminde neredeyse her cümlesini 'devrik' yazması gibi eleştirilecekse eleştirilecek yanları elbette vardır Ataç'ın. Ama anlatımının aparı, dupduru, berraktan daha berrak olduğunu söylemeye gerek var mı? Bu dil gücü ve bilinci onun çevirilerine de yansır. Ataç'ı okumak, açık seçik yazıldığında Türkçe'nin ne kadar ifade gücü yüksek bir dil olduğunu gösterir. Bir de şiirseldir Ataç'ın dili, hayatı boyunca imrendiği ama bir türlü 'olamadığı' şairliği Türkçesinde ortaya çıkmış gibidir. Falih Rıfkı, besbelli, ağır başlı, hani amiyane tabiriyle hayli 'okkalı', oturaklı, kallavi bir üslubun sahibidir. O da güç yazarmış. Musahhihi veya sekreteri Varlık dergisinin kurucusu Yaşar Nabi Nayır'mış. Atay, sayfalar dolusu yazı gönderirmiş. Yaşar Nabi Bey dizildiğinde bir gazete sütunu yazının zor çıktığını belirtiyor. Falih Rıfkı'da, diğerlerinden farklı bir şey cereyan eder: Yazısının bütünü de elbette bir atmosfer yaratır ama Atay daha çok cümlelerin, çok şiddetli benzetmelerden oluşan çok kuvvetli, çok ağır, cümlelerin yazarıdır. Yazı birbirine dayanmış, her biri ayrı bir öz taşıyan mayalı cümlelerden oluşur. Bir manada da uzun yazıların kısa yazarıdır Atay. Biraz yukarıdan bakan tavrının da bunda tesiri vardır.

REFİK HALİT DEVAMLI GÜLDÜRÜR
Refik Halit ise rüzgarlar estirir. Bir çarkıfelek, alaimisema, atlı karıncadır onun yazısı. Şen, şakrak, hareketli, heyecanlı, atak, daima güldüren, insanda daima haz duygusu uyandıran ve onu ayakta tutmayı iş edinen bir yazardır. Tam manasıyla bir hedonisttir. Saklamaz. Yazısı da o hedonizminin bir uzantısıdır. Karay bir fikir adamı değildir ve bu da ne onun derdidir ne kimsenin meçhulü. O yazı denen bir atı kırbaçlamak, şaha kaldırmak, dört nala koşturmak kaygısı peşindedir. Sadece Sakın Aldanma İnanma Kanma kitabında çiçekleri anlattığı son yazıyı yazsaydı hayatında bu bile Türkçe'nin üslup Pantheon'unda Tanrılar katına yerleştirecekti onu...
Attila İlhan bütün bu isimlerin sentezidir. Gerçekten akıl almaz bir üslupçudur. Daima Falih Rıfkı'ya hayran olduğunu söyledi ama Atay'daki kuvvete rağmen mevcut olan 'dar hendese'den (geometri) İlhan'da eser yoktur. Yazıya paldır küldür girer, müthiş bir belagatla, açıklıkla, akla ziyan benzetmelerle, deyimlerle, o hiç sevmediğim tanımla söyleyeyim 'konuşur gibi' anlatır, yazıyı bitirir. İnsanın aklı başından gitmiştir. Üstelik bu yazı onun en ağır fikri meseleleri tartışmasına engel değildir. Ayrıca daima sentimental, romantik, lirik, hatta nostaljiktir. Daha ne olsun? Keşke yer olsaydı hepsinden bir paragraf alıntılasaydım. Olmadı ama bunları yazarken başka bir şey anımsadım: Gerçekten, yahu, bir zamanlar Türkçe diye bir dil vardı.

http://www.sabah.com.tr/Pazar/Yazarlar/kahraman/2014/04/13/turkce-diye-bir-dil-vardi

12 Nisan 2014 Cumartesi

Hasan Bülent Kahraman söyleşi



Link:

Ekonomik ece mezuniyet


Link:

İnternet diye diye


Haberin linki:

Elektronik kitaplar, gerçek kütüphanelerin yerini alacak / 12.04.2014

SABAH gazetesi yazarı Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman'la üniversitedeki çalışma odasında buluştuk ve yüzlerce kitabın olduğu kütüphanesi üzerine konuştuk. Kahraman sevdiği yazarların bütün kitaplarını alıp okuyan gerçek bir kitap kurdu
ECE ULUSUM

Entelektüel yazılarından tanıdıgımız Hasan Bülent Kahraman dört yasından beri kitap okuyor. Kitaplarla bambaska iliskisi oldugunu söyleyen Kahraman'ın Kadir Has Üniversitesi'ndeki çalısma odasına konuk olduk. Içeri girer girmez kitap yıgınları ve agzına kadar dolu kütüphaneden gözlerimizi alamadık. Kahraman bir kütüphane kurmak isteyenlere bütüncül olmalarını ve sevdikleri yazarların bütün kitaplarını edinmelerini öneriyor.
- Kütüphanenizde yaklasık kaç kitabınız var?
- Kitaplarımı hiç saymadım. Bazen saymaya kalkıyorum, anlamsız buluyorum. Çünkü evimde, sandıklarda, annemin evinde kitaplar var. Benim kitaplarla yasadıgım iliski, bambaska bir iliski. J. Luis Borges "Ben yasamadım, okudum" der. Bunu kendim için de söyleyebilirim. Zamanında "Türkiye'nin en çok okuyan insanı" oldugum üzerine saçma iddialarda bulundum. Gerçekten sözüme sadık kaldım. Uzun süre ögrencilerim okuma hızıma yaklasamadı. Tabii yasım ilerleyince hayat beni baska mesguliyetlere itti. O zaman da ögrencilerim beni yakaladı ama geçemedi. Simdi belki artık geçiyorlar, diyebilirim. Okumanın uyusturan bir yanı da var. Hâlâ kelimenin gerçek anlamıyla gece gündüz okuyorum. Ben çok az uyurum. Bu alıskanlıgım da daha fazla okumamı sagladı. Daha fazla okumak için uyku saatlerimi azalttım.

AYNI KİTAPTAN ÜÇ DÖRT TANE ALDIĞIM OLUR
- Saymadıysanız kitaplarınızın listesini de yapamamıssınızdır...
- O gerçekten büyük bir dert. Benim kitaplıgım tamamen islevsiz bir kitaplık, bunu itiraf edebilirim. Bunu bir eksikligim olarak görüyorum. Evin ortasında dag gibi yıgılmıs kitap kümeleri var. Ben alıyorum ya da dısarıdan geliyor. Bunların arasında kitap aramak bulmak mümkün degil. Bu nedenle ihtiyacım olan kitapları kütüphanelerden temin ediyorum ya da gidip bende var oldugunu bile bile tekrar satın alıyorum. Kimi zaman aynı kitabın üç dört kopyasıyla karsılasıyorum. Bu kendime karsı bir ölçüsüzlük, kitaba karsı da haksızlık. Yakında bir asistanım listeleme isini halledecek.
- E-kitaplarla aranız nasıl? Dijital ortamlar sizce kütüphanelerin gelecegini degistirecek mi?
- Kitap bundan sonra bir nesne olarak iyi tasarlanmıs ya da bir fetis nesnesi olarak varlıgını sürdürecek. Ama elektronik ortam bu isi devralacak, bundan zerre kadar kuskum yok. Kitapları çok seviyorum, satın alıyorum ve kitabın sayfasına, kapagına en ince ayrıntısına kadar bakıyorum. Bundan da büyük haz alıyorum. Ama elektronik kitabı çıktıgı ilk günden bu yana satın alıyorum. E-kitaptan zevk almayan gerçek bir kitap tutkunu olamaz.
- E-kütüphaneniz var mı?
- Evet var ve dijital ortamdan yararlanıyorum. Hayatım boyunca yanıma sınırlı sayıda kitap almanın üzüntüsünü yasadım. Üstelik hiçbirini o yolculukta okumayacagımı bile bile. Önemli olan onlarım benim yanımda olmasıydı. Sırf bu arzumu gerçeklestirmek için yanımda sandıklar ve birçok bavul tasıyordum. Simdi bir akıllı tabletin içine bütün Freud'ları, Stendhal'leri ya da Shakespeare'leri sıgdırmak mümkün. Bunlarla birlikte yolculuk yapmak beni mutlu ediyor. Üstelik kitap çıkmadan elektronik halini satın almak mümkün.
- Ileride kitaplarınızı ne yapacaksınız?
- Sabancı Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi'ne binlerce kitap hediye ettim. Yakın zamanda bir daha ayıklama isine girip bir yerlere verecegim.
- Okurken ritüelleriniz var mı?
- Benim en temel ritüelim, en zor sartlar altında okumak. Dört yasımdayken okuma yazmayı söktüm ve mum ısında kitaplar okudum. O çocuklugumun ritüeliydi. Teorik bir kitap okuyorsam mutlaka masada okurum. Çünkü harıl harıl fis çıkarırım. Ama edebiyat okuyacaksam mutlaka uzanıp okurum. Çok uzun okuma maratonlarımı daima uzanarak yaptım. Yazarken daha kemiklesmis ritüellerim var. Çünkü yazmaya baslamadan önce hayatı durdurmam gerek. Bu nedenle yazarken puro içerim. Büyük bir puro içicisi degilimdir ama 1984'ten beri seçici bir puro içicisiyim. Bir puro yaktıgım zaman hayatın durduguna inanırım. Bir diger alıskanlıgımsa su; yalnız olsam bile odamın kapısını kapatırım. - Seyahat sırasında da kitap alır mısınız? - Tabii. Kitapçıları ve büyük kütüphaneleri dolasmaktan keyif alırım.
- Yurtdısında gördügünüz kütüphanelerden en çok hangisini begendiniz?
- Dünyanın her yerinde kitapçıya ve kütüphanelere gittim. Büyük kütüphanelerde kalmak ve çalısma sansım oldu. Bunlardan bazıları Columbia Üniversitesi'nin Butler Kütüphanesi ve Michigan Üniversitesi'nin Firestone Kütüphanesi. Her birinde yaklasık 6 milyon kitap var. Columbia Üniversitesi'ndeyken bana departmanda degil, kütüphanede bir çalısma odası vermelerini istedim. Elimdeki isle ugrasırken sıkıldıgımda odamdan çıkıp milyonlarca kitap içerisinde dolasmakla elde ettigim tatmini baska hiçbir yerde yasamadım.

ESKİDEN BİR KİTAP İÇİN AYLARCA BEKLERDİK
- Arayıp bulamadıgınız bir kitap var mı?
- Eskiden vardı, artık yok. Bu isin fetisistik bir kısmı. Bir kitabı okumak için almak istersiniz. Artık dünyada internet var. Eskiden okumak istedigim kitaplar ve okumayacaksam bile edinmek istedigim kitaplar vardı. 1970'li yıllar hatta 1980'ler Türkiyesi, entelektüel açıdan bir çöldü. Kitap almak için neler çektigimi anlatsam hayret edersiniz. Yurtdısından kitap getirtmek için bankaya fatura getirtiyorsunuz, banka sizi merkez bankasına yönlendiriyor. Günlerce bekliyorsunuz ve altı ay sonra döviz izni alıyorsunuz, parayı yurtdısına gönderiyorlar. Kitap ancak bir yıl sonra elinize geliyor. Böyle bir Türkiye'den bugüne geldik. ABD'deki bazı kitapçılar Türkiye'ye kitap göndermiyordu. Bu nedenle ABD'de birkaç posta kutusu kiraladım ve birileri o kitapları biriktirip bana gönderdi. Dünyanın masrafını yapıyordum. Internet de hayatıma böyle girdi. Ikinci el kitapları uluslararası arenada internet sayesinde satın almaya basladım. Simdi de ulasamadıgım kitaplar var ama bu artık eskisi kadar büyük bir hasret degil. Yurtdısındaki büyük kütüphanelerde bu hasretimi bir nevi giderdim. 10. yüzyılda basılmıs kitabı elde etmek istemem. Arkeolojik kitap tutkunu degilim. Ben kendi dünyamın kitaplarına ulasmaya çalısırım. Benim meselem de bu kitapların birinci baskılarına ulasmak.
- Simdi artık sadece internetten mi kitap alıyorsunuz? Kitapçılara gitmez misiniz?
- Kitapçıya gitmek ve kitaplarla ugrasmak dünyadan soyutlanmak, kitapla bir tür savas yasamak, sevdiginiz yazarın kitabını bulma sevincini yasamak, hesaplasacagınız kitaplarla karsılasmak, yeniden görünce ahbabı tanımanın heyecanını kitapçılarda yasamak bambaska bir duygu.
- Pek çok kisi kütüphanesine kimsenin bakmasına ve karıstırmasına izin vermez. Siz de bu korumacı kategoriye giriyor musunuz?
- Tabii. Insanların kitaplara bakıp isimler kazanmalarını çok severim. Bu dediklerimi elestirebilirsiniz ama ben daima anormal bir adalet ve dogruluk tutkusunun mahkumu oldum. Hak etmeyen kisinin o seye sahip olmasını ve onunla ugrasmasını istemem. Ben her seyimi bölüstüm ama bir sartla, bölüstüklerimin yerinde harcanmasını isterim. Kitaba saygı duymayana vermem. Entelektüel dünyanın içinde olan biriyse, kütüphanemi ve ilginç yapıtları gösteririm. Benim evime zaten en fazla bes kisi girer. Onun dısında zil çalınca kapı açarım ya da telefona bakarım. Ama eskiden her gün ögle yemeginden sonra ögrencilerimle bir tür salon toplantısı yapardım. Ögrencilerim odama gelirdi, iki saat bendeki kitapları serbestçe tartısırdık. Hatta kitaplarımın bir kısmını ögrencilerim alıyor. Hak ettiklerini düsünüyorum, onların almasının hiçbir mahsuru yok.

TÜRK EDEBİYATI YİTİK BİR KITA
- Hiç Türk yazar ismi saymadınız. Kitaplarını okudugunuz bir yazarımız yok mu?
- Bu gerçekten zor bir soru ama cevap vermem gerekirse Halit Ziya Usaklıgil çok önemli bir yazar. Türk edebiyatı aslında bir bütün olarak yitik kıtadır. Türk edebiyatında klasiklesmis yazar dediginizde her kafadan bir yazar ismi çıkıyor. Bugün Hüseyin Rahmi'yi ya da Halit Ziya'yı okuyan var mı? Türkiye'de galiba gençler bir romanı okuyor: Oguz Atay'ın Tutunamayanlar'ı. Gerçekten kült roman oldu. Teknikler göz önünde bulunduruldugunda modern bir yazar olarak Attila Ilhan'ı söyleyebilirim. Günümüzden isimler vermek gerekirse de Orhan Pamuk ve Selim Ileri gerçekten kıymetli yazarlar. Ama döne döne okudugum isim Nâzım Hikmet. Siirin ötesine geçen duyarlılıkları itibariyle o çok önemli bir isim benim için.
- Kitapları orijinal dillerinden mi yoksa çevirilerini mi okumayı tercih edersiniz?
- Tabii ki orijinalinden okumak isterim. Ben de kendime göre yabancı diller bilip okuyabilen biriyim. Karamazov Kardesler'i inandıgım bir çevirmenden niye Türkçesini de okumayayım? Tabii ki de Lawrence Durrell'ı orijinal dilinde okudugum zaman "Allah Allah!" dedigim ya da Shakespeare'i okudugum zaman çıglıklar attıgım oldu. Türkçeye çevrilen bazı kitaplar var ki insana büyük okuma zevki veriyor. Simdi artık çeviri alanında büyük mesafeler kaydedildi.

HER YIL DOSTOYEVSKI'NİN BİR ESERİNİ OKURUM
- Basucu kitaplarınız hangileri?
- Dostoyevski'nin eserleri. Aslında benim bir alıskanlıgım var. Her yılbası gecesinde düsünürüm ve o yıl bütün yapıtlarını okuyacagım bir yerli, bir de yabancı yazar seçerim. Ama her yıl mutlaka Dostoyevski'den en az bir yapıt okurum. Bir diger favori yazarım Samuel Beckett'tir. Onun romanlarını da severim ama asıl oyunlarını okumaktan büyük keyif alırım. Benim için 20. yüzyılın Dostoyevski'si Beckett'tir. Tabii Sofokles ve Shakespeare de vazgeçemedigim isimler arasında yer alıyor. Ben genellikle bir yazarın bütün yapıtlarını alır ve okurum.

Hangi kitabın, kaçıncı sayfasında kaldığımı aklımda tutarım
 Kitap ayracı kullanıyor musunuz?
- Sayfa sayılarını aklımda tutarım. Benim fil hafızam vardır. Aynı anda birçok kitap okurum ve "Hangi kitabın kaçıncı sayfasında kaldığımı bilecek miyim?" diye kendimce bir yarışırım. Ayraç kullanmam, sevmem. Kitap sayfasını kıvırmam. Babamın entelektüel anlamda yetişmemde önemli rolü vardır. Çocukken bir gün, bir sayfayı kıvırınca babam "Nedir bu böyle? Kitabı rezil etmişsin" dedi. Sonra baktım gerçekten çok sefil bir şey. Şimdi sadece teori kitaplarını kıvırıyorum ama o da teknik araçlar olduğu için...
- Kütüphane oluşturmak isteyenlere tavsiyeleriniz var mı?
- Bütüncül olmalarını öneririm. Sevdikleri yazarların bütün kitaplarını alsınlar. Zordur tabii. Ben zor edebiyatı sevdim. Bana göre bugün hâlâ klasikleri okumayan bir bilinç ondan sonrasını da yapamaz. Bernard-Marie Koltes büyük bir oyun yazarıydı ama o Fransız tragedya yazarlarından etkilenerek bunu başardı. Klasikler kütüphanede bulunmalı. Milan Kundera'dan bir tek Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği'ni okumakla olmaz. Tamamını okuduktan sonra zihninizde haritalar oluşuyor.

http://www.sabah.com.tr/Kitap/2014/04/12/elektronik-kitaplar-gercek-kutuphanelerin-yerini-alacak


2 Nisan 2014 Çarşamba

Tepeden tırnağa 80 TL... / 29.03.2014Köşeli mi olduk...

Kendinize yakışanı bulmak için yüklü miktarda para dökmenize gerek yok. Bundan böyle tarzıma ve cebime uygun kıyafetleri almak için yollara düşüyorum. İlk durağımız Kadıköy

Modayla ilişkim yemeklerin çok lezzetli, kıyafetlerin de çok pahalı olmasıyla yıllar önce bitmişti. Fotoğraf makinem elimde, güzel giyinen kadınların ve erkeklerin fotoğrafını çekmekten mutlu oluyor, moda dergilerini karıştırırken iç çekiyor ve bazen dışarı çıkıp deli gibi para harcamak istiyorum. Malum kadınlık içgüdüsü. Bir yandan geçim, bir yandan kişisel gelişimim için harcadığım parayı düşünürsem üstüme başıma bir şey alma ihtiyacı son sıralarda yer alıyor. Bir hevesle mağazaya girip üç dört haneli fiyatları görünce o parayla yapabileceklerimi düşünüyorum; hafta sonu tatil, güzel bir akşam yemeği ya da birçok workshop... Yemeklerin davetkar kokusuna henüz bir çözüm bulamasam da konu moda olunca uygun fiyata istediklerimi bulabilirim diye düşündüm ve dışarı çıktım. Sırt çantamı kaptığımda aklıma ilk Kadıköy geldi. Hesabımı yaptım ve yola koyuldum. Nerede ne bulacağınızı hiç bilemeyeceğiniz saklı dünyalar cenneti burası. Bugünkü arayışımda iki kuralım var: Kilolarımı kıyafetlere sığdırmak için zorlamayacağım ve en hesaplı kıyafetleri bulacağım.

TASARIM SEVENLERİN ADRESİ SAKIZ GÜLÜ SOKAK
Vapurdan iner inmez Rexx Sineması'nın karşısındaki Sakız Gülü Sokak'a gittim. Bu ufak sokakta kıyafetten aksesuvara, kuaförden ayakkabıcıya her şey var. Vitrinindeki vintage giydirilmiş mankenleri görünce Atlas Campus'e attım kendimi. Bu kararımı hafta sonu uygulamaya kalkışmış olmamın cezasını kalabalıkta hırpalanırken çektim. Birkaç adım atmayı başardığımda mavi gömleğe ulaştım ve ilk hatamı bedeninden önce fiyatına bakarak yaptım. Çünkü adı sanı bilinen bir mağazada 30 TL'ye bu kadar şık bir gömlek bulabilmeniz için sezon sonunu beklemeniz gerekir. Burada 32 ve 38 bedenler için uygun fiyata ürünler var. Elbiseler 40, bluzlar 17, pantolonlar 30 liradan başlıyor. Atlas Campus'ün yanındaki Gargamel'in vitrini inanılmaz eğlenceli. Önce sadece kaykaycılar için bir mağaza olduğunu sandım ama içeri girince tasarım harikası ürünlerle karşılaştım. Farklılığını yansıtabilen her şey pahalıdır, bunu iyi bilirim. Tek kaşımı kaldırmış fiyatları sorarken iyi bildiğimi sandıklarım cebimde kaldı. Tasarım cüzdan ve çantalar 25-30 lira, yaz kış vazgeçilmez baskılı tişörtlerse 20-45 liraya satılıyor. Üstelik büyük beden de bulunuyor. Bütçeyi ilk dükkanda bitirmek her zaman pişmanlıktır. Tabi başka dükkanda beğendiğinizi almak için aldığınızı iade etmekten utanmıyorsanız.

MARKALISI 160 TL ÇİLEK SOKAK'TA 30 TL
Birkaç yer soruşturduktan ve esnaf abilerin çayını içtikten sonra Çilek Sokak'a girdim. Uzun sokağın her yanı mağaza dolu. Bir ara mağaza önündeki bir tezgahta kadınlar birbirlerinin elinden bir elbiseyi çekip tartışmaya başladı. Neyse ki tezgahın esnafı aynı modeli yüzlerce ürün içinde ustaca bularak olayı tatlıya bağladı. Açıkçası 5-10 liralık tişörtleri görünce iştahım kabarsa da o itiş kakışa yem olacağımı hissederek yola devam ettim. İlk girdiğim The Outlet mağazasında pantolonlar ve baskılı tişörtler 15 lira. Mağaza çalışanı Erol Abi'yle muhabbeti koyulaştırdım, konuya işlerin nasıl gittiğinden girdim geçim derdinden çıktım. Erol Abi seviyor tabi esnafın halinden anlayan müşteriyi. Çatık kaşlarla mağazayı gezip indirim istemek olmaz, hak etmek gerekir. Gözüme kestirdiğim tişörtü alıp usul usul kasaya yaklaştığımda 15 liralık tişört 10 TL olmuştu bile. Karşıda Sercan adındaki mağazaya derin bir nefes alarak girdim. Burada hareket etmek için kıvraklığınızı gerçek anlamda kullanmanız gerek. Birçok ünlü markanın 200-300 liraya sattığı kıyafetleri 20'yle 80 lira arasındaki fiyatlara bulabiliyorsunuz. Açıkçası ünlü bir markada 160 liraya gördüğüm gömleğin farklı rengini 30 liraya bulunca hiç düşünmeden sepete attım. Likralı pantolonlar standında renkli giyme cesaretini kendimde henüz bulamadığımdan birkaç kızı ezme pahasına siyah pantolonu aldım. Kasaya geldiğimde sert bir ses tonuyla indirim olmadığını söyleseler de güler yüzlülüğün faydasını 5 lira iskontoyla gördüm, aldığım gömlek ve pantolon 50 liraya indi. 'Bu kadar alışveriş yeter' diye düşünürken kendi mağazasında 80 liralık fiyat etiketiyle gördüğüm Amerikan markalı bluzu, sokağın sonundaki mağazadan 20 liraya hemen aldım. Toplam 80 lira ödeyerek aldığım kıyafetleri eve gelince yatağın üstüne serdiğimde kahkaha atmadım desem yalan olur. Marka sevdalısı olabilirsiniz ama cazip fiyata alışveriş yapmayı kim istemez? Üstelik AVM'de dön dolaş aynı ürünleri denemek yerine kalabalığa karışmak size de iyi gelecektir. Bu arada ikinci el giyim mağazalarının sıklığı gözümden kaçmadı, başka hafta sonuna artık.